Reklam
Günseli Kato PDF Yazdır e-Posta

Çarşamba, 15 Mart 2006 01:50
Eserlerini çocukların eğitimi yararına Anne Çocuk Eğitim Vakfı'na bağışlamasıyla adını duyduğumuz, Okan Bayülgen’in programında kibar ve hazır cevapları ile izlediğimiz, Bir Geyşanın Anıları ile başlayan geyşa tartışmalarında aydınlatıcı yorumları ile okuduğumuz ve geçtiğimiz günlerde Güneri Civaoğlu’ nun Şeffaf Odasında aşk hikayesini anlatırken  güzel Japon fotoğrafları sunan minyatür ve seramik sanatçımız Günseli Kato’nun kısa hayat hikayesi ve süzgecinden geçirdiği Japonya.
Günsel Kato’nun Japonya yolculuğu?
İstanbul’da doğan Günseli Kato’nun resim çalışmaları 1974 yılında Prof. Dr. Süheyl Ünver’in Topkapı Sarayı Müzesi’nde yaptığı minyatür çalışmalarına katılmasıyla başladı.
İki yıl sonra Topkapı Sarayı Nakışhanesi Süsleme Sanatları Bölümü’ne atandı. Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nü 1980 yılında bitirdi.
"Minyatür, hiçbir sanata benzemez. İnsanüstü bir çaba gerektirir. Gecenizi, gündüzünüzü, ömrünüzü ister. Derin tarih bilgisi ister ve en ufak bir hatanızı da affetmez" diyen Kato'nun gençlik yılları Süleymaniye, Topkapı, Beyazıt kütüphanelerinde minyatür aramak, tarih öğrenmekle geçer.
"Japonların zengin yıllarıydı. İşadamları kurdukları vakıflar aracılığıyla tüm dünyadan geleneksel sanatlarla ilgilenen gençler arıyorlardı." İşte böyle bir vakıf olan Sato Vakfı, Günseli Kato'ya burs teklif eder.
Japonya'ya gider. Ama okuduğu üniversitede öğrendikleri ona yetmez. Gözü Tokyo Güzel Sanatlar Akademisi'ndedir. Yabancı olduğu için üniversiteye girmesi imkansızdır. Günlerce, aylarca kapısını aşındırır. Sonunda başarır. Üniversite, tarihinde ilk kez yabancı bir öğrenciyi kabul eder.
Kato 1985 yılında İslam Seramik Sanatı Uzmanı Takuo Kato ile tanışır, onun atölyesinde seramik çalışmalarına başlar.  Kato, öğrencisinin bu sanatı uluslararası düzeyde temsil edecek yetenekte olduğunu farkeder. Ve  bildiği herşeyi öğretmeye başlar.
 "Japonya'ya gittiğimde 22 yaşındaydım. İlk yıl güzel sanatlarda başladım eğitimime. İki sene geleneksel bölümde okudum. İpek Yolu kültürü üzerine çalışan ünlü bir hocayla çalışıyordum.
 Image

Sonra o hocalarımın sayesinde kendi seramik hocam Takoi Kato ile tanıştım. Orada uzun süre atölye çalışmaları yaptıktan sonra, onun oğlu ile evlendim. Hocama çok büyük bir aşkla bağlandım, ondan çok büyük feyz aldım ve sonunda da oğluyla evlenmeye karar verdim. Hem sanatımı devam ettirdim, hem de hayatımı orada sürdürdüm. Eşim de seramik sanatçısıydı. On iki yıl evli kaldık, bir kızım oldu, daha sonra ise eşimi bıraktım geldim, orada boşandık."  

Ülkenin dört bir yanında açtığı sergiler, konferanslar, seminerler birbirini izler. Kato, 17 yılın sonunda Tokyo'da kendi adına açtığı bir minyatür okulu da olan, herkesin tanıdığı ünlü bir sanatçıdır.  1994 yılında Asahi Gazetesi Kültür Merkezi’nde Günseli Kato Türk minyatür sınıfı açıldı. Kato yılda iki kez bu okulda ders vermeyi sürdürüyor.
Günseli Kato'nun  röportajlarından  Japonya ile ilgili kesitler
Japonya'da sanatçı bir Türk kadını olarak yaşam nasıldı?
Japonlar bizlerden çok daha kapalı bir toplum. Benim orada iki tane kimliğim vardı. Bir sanatçı kimliğim, bir de Kato'nun eşi. Bana 'Kato'nun Osmanlı gelini' diyorlardı. İkisi de çok onur duyduğum ve beni çok onore eden kimliklerdi.
Japonya'da Türklere karşı çok büyük bir ilgi ve sevgi var. Osmanlı'yı çok seviyorlar, bizim imparatorluk zamanımızı, İstanbul'u konuşuyorlar. Kültürümüzü seviyorlar. Şu andaki Türkiye'yi çok fazla bilmemelerine rağmen, geçmişimizi çok iyi bilen bir toplum. Geleneksel sanat üzerine çalışmam, onları çok mutlu ediyordu. Sürekli sergiler, konferanslar yapıyordum. Büyükelçilik çok büyük destek veriyordu, orada bir çok sergim oldu. Her konuda bana destektiler, büyükelçiliği evim gibi kullanıyordum.
- Japonya'da kadın genel olarak nasıl bir yerde duruyor, peki?
Japonya'da kadın demek, ev kadını demek. Kadın; çocuk doğuran, çocuklarını okutan, üniversiteye kadar destek veren, evi yapan, maddi katkısı olan, eşinin parasını düzgün kullanan, geleceği teminat altına alması gereken kişidir.
Kadın annedir, iş kadını değildir. Bir yerin genel müdürü hiçbir zaman kadın olamaz, örneğin. Kadının bir bankada üst düzey yetkili, bir üniversitede profesör, büyük kuruluşlarda statü sahibi olması mümkün değil. Japonya tam bir erkek dünyası. Kadınların hepsi üniversite mezunu, ama maalesef erkekle aynı seviyede olamıyor. Kadın bir müddet işe giriyor, çalışıyor, ondan sonra koca buluyor, çocuk sahibi oluyor. Çok pahalı bir ülke olduğu için kadınlar zaman zaman part-time çalışıp eve katkıda bulunuyor, ama kadının yeri Türkiye'deki gibi değil.
- Sanatçı olunca bir fark oluyor mu?
Sanatçılar da çoğunlukla erkeklerden oluşuyor. Sanat konusunda da kadın yine aşağıda. Kadınlar maalesef hep erkeğin bir adım arkasında yürüyorlar. Ben ev hanımı olarak da, eş olarak da, anne olarak da eşimin bir adım arkasında yürüyordum. Bunu kabullenmezsen yaşayamazsınız, mutsuz olursunuz. Ama sanatçı kimliğimle de öne çıktığım zaman orada da çok rahatsız oluyorsunuz, çünkü bir adım öne çıkınca bir bakıyorum ki eşim eziliyor.

 
 Image

- Eşinizin ailesiyle olan ilişkileriniz nasıldı?

Anneye, yani kayınvalideye bir şey sormadan hiçbir şey yapılmıyordu. Erkek de anne-babaya sormadan hiçbir şey yapmazdı. Anne emretti, çocuk yapın dedi, biz çocuk yaptık.


- Bütün bunları nasıl kabul ettiniz, peki?
Ben sanata aşık oldum, kültüre aşık oldum ve kimliğimden ödün verdim. 'Ben burada Japonyalı olarak yaşayacağım, burayı seviyorum ve burada yaşayacağım' dedim. Çok zor bir toplum, hiç hayal etmeyeceğim bir yaşam seçtim.
1979'da İngiltere'de bir Japon'la aynı evde kalmıştım, Japonlar'dan ne kadar nefret etmiştim, anlatamam. 'Bir daha o Japonlarla bir araya gelmeyeceğim, aman lanet olsun' derken, sen git Japonya'ya, ondan sonra evlen ve kal oralarda... Ama kültür, sanat, kayınpederim çok ağır bastı. On iki senem, kayınpederim eserlerimi beğensin diye geçti.
-Japonya'daki günlük yaşantınız nasıl geçiyordu?
17 yıl inanılmaz bir şeydi, gün bitmiyordu. Ama ne sıkıldığımı söyledim, ne aileme bahsettim, ne hasta oldum... Kendi kendimle büyük bir savaş veriyordum. Bir de orada ev kadınlığı o kadar ağır bir şey ki... İki katlı bir villada oturuyordum, kayınpederim hediye olarak yaptırmıştı evimizi. Bütün işleri ben yapıyordum. O koca evin camlarını siliyordum. O kültürde yardımcı kadın yoktur. Kim olursan ol, istediğin kadar zengin ol, kendin yapacaksın. Yemeğini kendin yapacaksın, halıları temizleyeceksin... Yatakları, çamaşır hepsini yapıyordum, bir de resim yapıyordum. Konferans için oradan buraya gidiyordum. Bir de okulum vardı orada, ders veriyordum, sergiler yapıyordum ve çocuk bakıyordum.
- Bu kadar baskıcı bir toplumda, eşiniz ve ailesi çocuğun sizde kalmasına karşı çıkmadı mı?
Çocuğumun cinsiyeti erkek olmadığı için, ayrılırken sorun çıkmadı. Çocuğun velayeti bende. Erkek olsaydı, soyun devamı için çok önemli.
Kız çocuğu olduğu için, 'Allah ısmarladık' dendi, tatsızlık olmadı. Ayrılmamız gerektiğini kayınpederim ve aile de anlamıştı zaten. Bazı şeyler iyi gitmiyordu. Kavga, gürültü filan yoktu ama eşimin kendi kişisel sorunları vardı. O sorunların benim oradan ayrılıp, Türkiye'ye gelmemle çözüleceğine karar verildi, ağlanıldı, kayınpederimle çok göz yaşı döküldü. Kayınpederim bizim bu tarafa gelmemizi uygun buldu, ağlayarak ayrıldık.
-Japonya'da Günseli Kato ismi tanınıyor mu?
Hem de nasıl tanınıyordu. Buraya gelince, 'çocuğunun eğitimi için Türkiye'ye döndü' denmiş. Boşandığım bile söylenmemiş. Fakat zaman zaman buraya Japon turistler gelince, bazı turizm şirketleri bana yönlendiriyorlar, 'Günseli Hanım ne olur, Topkapı Sarayı'nın minyatür bölümünü siz gezdirir misiniz?' diye. Önce şok oluyorlar, sonra Kato isminden yola çıkınca, kayınpederimden dolayı hatırlıyorlar. 'Bu Osmanlı gelini' diyorlar. Ama çok sıkılıyorum Japonlarla, geçmişe dönmek istemiyorum.
- "Japon çay seremonisi, fantastik bir dünya".
Japonya’ya gider gitmez çay hocası en büyük mastır Yamada Sohen benimle görüşmek istedi. Bursumu veren firma Kamakura'daydı, Sohen Yamada da. 20 sene önce 80 yaşlarındaydı. Babası, bu Ertuğrul gemisi olayları sırasında, Abdülhamit devrinde Türkiye'ye gelmiş. Padişahı çok sevmiş, saray kıyafetleri giyip orada yaşamaya başlamış, Müslüman bile olmuş. Sohen Yamada da Türklere o kadar hayran ki ben gidince bulup çay seremonisi öğretmek istedi. Esasında Japon kültürünü öğrenmek, o kültür hakkında söz sahibi olmak istiyorsanız önce çay seremonisini öğrenmeniz gerekiyor. Evlenme çağına gelen, yani 20'li yaşlardaki herkes mecbur buna. Çünkü bu seremoniyi bilmemek çok büyük bir eksiklik. Oturması, kalkması, servisi, çayı içmesi sanat dalları içinde yer alıyor. Bunu destekleyen kaligrafi, resim, yemek kültürü, seramik sanatı, ikebana (çiçek düzenleme sanatı), kimono giyme; hepsi burada öğreniliyor. Aynı zamanda çok büyük bir ekonomi tabii.
Ben önce bir minder üstünde, saatlerce hareketsiz, dizlerimin üstünde oturmayı öğrendim. Hasır odalarda yapılan bu seremonide yürümek yok. Ellerine kuvvet verip dizlerinin üstünde sürünerek yerine geçiyorsun, hocana selam veriyorsun. Onun özel dönüşleri var, arka arkaya gelmeleri var, bir adabı var. Uzun bir seremoni. Ölünceye kadar bunun dersine devam ediyorlar. Diploma alıyorlar, onların da öğrencileri oluyor, sonra onların da oluyor, bu böyle devam ediyor. Herkes kendi hocasına para ödüyor ve bütün bu para her şeyin kaynağı olan en büyük mastıra gidiyor. Mastırlık babadan oğula ya da kıza geçiyor. Genellikle de mastırlar erkek. Dolayısıyla ben en büyükten ders aldığım için çok şanslıyım.
 - Uzun yıllar Japonya'da yaşayan ve bir Japon'la evlenip ayrılan Günseli Kato "Bir Geyşanın Anıları"nı nasıl buldu?
Image 

 Kato filmin, Japon kültürünün özünü çok iyi anlattığı görüşünde: "Geyşa Sayuri'yi oynayan Ziyi Zhang aslında Çinli bir sanatçı ama 19'uncu yüzyıl Japon kadınının duruşunu çok güzel yansıtıyor. O dönem Japon kadını, görüntüsü soğuk, duygularını ifade etmeyen, vücut lisanıyla konuşan bir sanat eseri gibidir." Kato'ya göre film sadece bir geyşanın hayatını değil, tüm Japon kadınlarının hayatını anlatıyor: "17 yıl Japonya'da yaşamış bir kadın olarak izledim filmi. Anlatılan Japon kadının yaşam biçimi. Japon kadını bütün duyguları, fırtınaları içinde yaşar, dışa vuramaz. Bu bize dram gibi geliyor ama Japonya'da dram olarak görülmez, bir yaşam biçimidir. Bir geyşa için bu yaşam çok normal.

Amerikan filmi olduğu için bu mutsuzluk olarak yansıtılıyor ama o kadın bunu mutsuzluk olarak yaşamıyor ki. 21'inci yüzyılda Japonya dünyaya açıldığı, dünyayla ilişkiye girdiği için oradaki hayat da değişti. Ama 19'uncu yüzyılda kimonodan başka bir giyim, pirinçten, balıktan, turşudan başka bir yiyecek yoktu ki." Kato filmi izlerken geçmişe dönüp bol bol gözyaşı döktü ve kendi deyimiyle söylemek isteyip de söyleyemediklerini hatırladı: "Filmde kendimi gördüm çünkü bu benim için bir hikaye değil, ben bunu yaşadım." Kato'ya göre filmde Japonya'daki hayatla çelişen hiçbir şey yok. Sokaklar, evler, ortam, atmosfer, hatta kadınlar arasındaki kıskançlık bile birebir Japonya'yı yansıtıyor. Başarılı ressamın filmde dikkat etmemizi istediği noktalardan biri de Japon erkeğinin zarafeti: "Erkeklerde de bir zarafet var esasında. Gizli kapıların arkasında erkeğin de bir zarafeti, nezaketi ve duygusallığı var. Ama Japon kültüründe erkek olmak o zarafeti açıkça ortaya koymaya izin vermiyor. Filmde de bunu görüyoruz."
- Kökleri Orta Asya'ya uzanan minyatür sanatının Türkiye'de şu anki durumu nasıl?  Minyatüre nasıl başladınız?
Annem çok iyi bir minyatürcüydü. Ben de lise son sınıf çağlarındayken, iki kız kardeşimle birlikte annemizin resimlerini görerek hayata başlamıştım. Geleneksel kitap sanatı ve uygulamalı sanat tarihi üzerine eğitim aldım. Resim eğitimi de aldım ama minyatür ağır bastı ve minyatürle resmi buluşturmaya çalıştım.
Türkiye'de minyatür, hat, tezhip üzerine dersler veriliyor, ama sanata açık bir bölüm değil. Sanatsal değil daha çok zanaat tarafını öne çıkarıyorlar. Gelenekte, geçmişte ne yapıldıysa onun üzerine kopya eğitim veriliyor. Buradan mezun olanlar da ortada kalıyor. Çünkü sanatsal tarafının resimle nasıl birleşeceğinin öğretisi yok.
Minyatürü öğrenip de sanat yapan, resme uygulayan eğitim kadrosu olmadığı için, bu eğitim tam anlamıyla verilemiyor. Ben bu anlamda çok şanslıyım. Çünkü bu eğitimi aldıktan sonra Japonya'ya gittim, Japonya'da bu eğitimin nasıl verildiğini öğrendim. Tokyo Güzel Sanatlar Fakültesi'nde geleneksel resim bölümünde okudum. Japonların Doğu ve Batı'yı sentezlediğini öğrendim.
Sanat tarihi açısından Türk minyatürü elbette çok ünlü. Minyatür konusu, dünyada sanat olarak bilinmiyor. Ancak klasik, el yazması olarak Türk minyatürünün sanat tarihinde çok büyük bir yeri var. Günümüzde Hint ve İran minyatürü ticari olarak yapılıyor. Ama Türk minyatürü, yapan olmadığı için biz kendimizi tanıtamadığımız için bilinmiyor. İran minyatürleri ünlüdür, dünyanın her yerinde de satılır. Bunların okulları var. Türkiye'de bile Nur-u Osmaniye'de, Kapalıçarşı'da İran minyatürüne rastlarsınız. Çok garip bir şey.
- Minyatür çalışan yeteri kadar sanatçımız, araştırmacımız yok mu?
Bu sanatı öğrenebilmek için, kökenlerine kadar inmek lazım. Ben bu konuda araştırma yapan ilk kişiyim. Sanatım benim yaşam biçimim. Evlenerek de sanatımı yaşadım, çocuk doğurarak da sanatımı yaşadım. Şu anda atölyemde yaşıyorum ve devamlı çalışıyorum. Yani bir tane kopya yapmak, tekniği öğrenmek için, bir minyatürü bir kağıda çizmek sanat değil. Zanaat tarafı öğretiliyor ama sanat tarafı öğretilmiyor.
Şu anda istediğim de insanların, gençlerin oralara gitmesi, minyatür sanatını orada öğrenmesi. Ben kaç senedir buradayım ama kapımı çalan kimse yok. Ne öğrendin orada, ne yaptın diyen kimse yok. Bir çok etkinlik yapıyorum, devamlı gösteriler düzenliyorum, beni takip eden bir zümre var ama benim eserlerimi seyretmekle değil, beni tanımak için burada yaşamak lazım. Geleneksel resim sanatı, tasvir sanatı, kitap resmi maalesef Türkiye'de bilinmiyor ve bu konuda hiçbir ilerleme yok.
Son Güncelleme: Cuma, 17 Mart 2006 02:35
 




Arama

Üye Girişi



Etkinlik Takvimi (Events)

Last month May 2024 Next month
S M T W T F S
week 18 1 2 3 4
week 19 5 6 7 8 9 10 11
week 20 12 13 14 15 16 17 18
week 21 19 20 21 22 23 24 25
week 22 26 27 28 29 30 31

Galeri

Anketler