Konniçiva/Erdal Güven Yazdır

Pazartesi, 06 Mart 2006 01:50

1994 - 1999 tarihleri arasında Japonya'da Hürriyet gazetesinin Uzak doğu temsilciliği görevini üstlenen gazeteci yazar Erdal Güven'in, bir dönem Hürriyetin tatil sayfallarında Konniçiva adı altında Japonya'yı resmeden  yazıları yeralırdı. O yıllarda Japonya'da bulunan arkadaşlarımız da olduğu için ilgi ile okuduğumuz yazılarından bazılarına sayfalarımızda  yer verdik. Okurken anılarınız canlacak yeniden. Kartvizit ritüleli, içtiklerindeki o neşeli halleri, beyaz dantelli taksiler, kendi dillerince telafuz ettikleri isimlerimiz, yabancılara kuşku ile yaklaşmaları, "sumimasen"in önemi ve bunun gibi günlük hayattan çok güzel anıları ve gözlemlerini sıkılmadan okuyacaksınız.

Erdal ağbinin Japonya ile ilgili kitaplarını da Haberler bölümümüzde işledik. İlginizi çekecek bu kitapları öğrenmek için bir göz atın deriz.

2 Ocak 1998  BU SEFERDE OLMADI
 Image
Evet yine başaramadım. Bu sefer de Japon imparatorunun huzuruna çıkarken saltanat arabasına binemedim. Gerçi imparatorun huzuruna da çıkamadım, ama zaten benim için saltanat arabasına binebilmek, imparatorun huzuruna çıkmaktan daha önemliydi. Olmadı, ne yapalım. Hem saltanat arabasına binemeyen tek gazeteci ben değilim ki... Tamam binebilseydim, saltanat arabasına binen ilk ve tek Türk gazeteci ben olacaktım. Ama elden birşey gelmiyor. Eğer bir mucize olur da imparator röportaj teklifimi kabul eder ve beni saraya davet ederse belki bir şansım olabilir ama çok zor.  
Her zaman olduğu gibi bu sefer de benim binemediğim saltanat arabasına Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in güven mektubunu sunmak için imparatorun huzurunu çıkan Büyükelçi Yaman Başkut bindi.  
‘‘Ne var bunda bu kadar büyütecek canım atlı araba işte'' deyip geçmeyin atlı araba ama sonuçta imparotorun arabası, sadece imparatorun huzurunca çıkacak olan çok önemli insanlar binebiliyorlar. İmparatorun huzuruna çıkmakta öyle sanıldığı kadar basit değil. Öyle ‘‘İmparator amca geçerken bir uğradım da ver elini öpeyim'' diyerek çat kapı içeri girilmiyor. Herşeyin bir yolu yordamı var.

Koca koca devlet adamaları bile imparatorun huzuruna çıkmadan önce günlerce prova yapıyorlar. İmparatorun karşısında nerede durulup, nerede selam verileceğinden neler konuşulup, nelerin giyileceği bile seromoninin bir parçası. Bu tür törenlerde en küçük insani hatalar bile hoş karşılanmıyor. Gerçi geçen yıllarda imparatorun karşısına ülkesinin güven mektubunu vermeye çıkan bir Avrupa ülkesinin büyükelçisi güven mektubunu otelde unutmuş. Çok ayıplanmış ama Japon imparatoru kibarlığından bir şey dememiş ve güven mektubu gelene kadar dakikalarca tören odasında ayakta beklemiş.  
Büyükelçi Yaman Başkut'un güven mektubu sunma törenine eşim Hülya da katıldığı için tören anına kadar çekilen eziyeti baştan sona yakından takip edebildim. Tören öncesi ilk darbe sarayın protokol dairesinden gelen kılık kıyafet talimatnamesiyle vuruldu. Büyükelçi dahil törene katılan tüm erkekler ‘‘morning coat'' denilen gündüz vakti yapılan törenlerde giyilen tören elbisesini giyeceklerdi. Erkeklerin işi kolaydı. Yaman Başkut gibi önceden tedarikli davranıp da böyle bir tören elbisesi olanlar kendi elbiselerini giyecekler, olmayanlar da günlüğü 500 dolara kiralayarak sorunlarını halledeceklerdi. Ama bayanların durumu içler acısıydı.  
Saraydan gönderilen talimatnameye göre ne giysen yasak. Yok elbise siyah olmayacak beyaz ya da mor olmayacak. Takım veya tek parça elbise giyilecek. Pantolon kesinlikle yasak. Kumaş içinde çizgi, desen, puan bulunmayacak, kırçıllı kumaş olmayacak, elbiseler pırıl pırıl parlamayacak ama mat kumaş da kullanılmayacak. Ceket içine ipek ya da ipek görünümlü bir bluz giyilecek ama o da çok parlamayacak, etek boyları çok kısa olmayacak ama rahibeler gibi çok uzun etekler de giyilmeyecek. Çantalar şöyle, ayakkabılar böyle olacak... Falan da filan.  
Elbise sorunu halledilince provalar başladı. İmparatorun protokol müdürü günler öncesinden gelip, Büyükelçi Yaman Başkut ve mahiyetine dersler vermeye başladı. Günlerce süren derslerin ardından bir de tören günü imparatorun huzuruna çıkmadan küçük bir hatırlatma.
Hadi hayatlarında ilk kez Japon imparatorunun karşısına çıkacak olanların ne yapacakları konusunda günlerce prova yapmalarını anlarım ama bu Japonlar işi o kadar ciddiye alıyorlar ki, imparator bile her tören öncesi törende ne yapacağına neler konuşacağına dair bir prova yapıyor.  
Ama ne kadar tören öncesi provalar yapılıp, neler konuşulacağı kararlaştırılsa da, tören sırasında Büyükelçi Yaman Başkut ani bir atak ile konuyu imparatorluk ailesinin Türkiye seyahatlerine getirip, şimdiye kadar hiçbir Japon imparatorunun Türkiye'yi ziyaret etmediğini hatırlatarak İmparator Akihito'yu Türkiye'ye davet etti. Eh tabi koca imparator öyle ‘‘tamam sen herşeyi ayarla ben geliyorum'' diyemiyor. İmparatorun yurtdışı seyahatleri için bakanlar kurulu onayı gerekiyor. Ama önemli olan, Türkiye'nin davetinin birinci elden imparatora iletilmiş olması. Hayırlısı, artık yakında bir Japon imparator misafirimiz olabilir.  
KEİKO  
Arkadaşı Keiko'ya sorar ‘‘Boşandığını duydum çok üzüldüm ama bildiğim kadarıyla sizin öyle çok sorununuz yoktu. Ne oldu da birden boşanmaya karar verdiniz.  
Keiko ‘‘Bir gün kocam bana buruşuk çorap giydiğimi söyledi de ondan'' der.  
Arkadaşı merakla ‘‘Aman sen de. Bir buruşuk çorap giydin dedi diye boşanılır mı'' diye sorar.
Keiko kızgın bir ifade ile cevap verir ‘‘Ama o gün çorap giymemiştim''.  
Düğüne davet edilmekten korkuyorum  
Evet yanlış okumadınız düğüne davet edilmekten korkuyorum. Bir Japon arkadaşım evleniyor ve beni de düğününe davet edecek diye ödüm kopuyor. Size göre hava hoş tabii. Japonya'da düğüne gitmenin getireceği maddi çöküntüden haberiniz bile yok. Öyle elinizi kolunuzu sallayarak düğüne gidemiyorsunuz. Herşeyin bir bedeli var. Bir kere gelin ve damada yakınlık derecenize göre düğüne maddi yardımda bulunmak zorundasınız. Eğer gelin ve damadın ortak arkadaşıysanız yandınız. Katılım miktarınız iki katına çıkmış olacak. Hele yakın akraba olanların işi çok zor. Düğüne yapacakları yardım ile bir Asya turu yapabilirler.  
Eh biz damat tarafının arkadaşı olduğumuz için 50 bin yen vermeliyiz. Hem öyle pazarcı parası gibi buruşuk para da veremiyorsunuz. Düğün öncesi bankaya gidip hiç kullanılmamış 5 tane 10 bin yenlik banknot alıp bunu 1000 yen vererek satın alacağınız evlilik zarfı içine özenle yerleştireceksiniz. Düğün öncesi verdiğiniz zarf erkek tarafı tarafından açılıp verdiğiniz miktar, bir deftere kayıt edilecek. Öyle ben verdiydim arkadaş haberin yok mu demek gibi bir şansınız yok herşey kayıtlı.  
Gerçi düğün sonrasında birkaç meyve bir kutu yeşil çay veya küçük hediyelik eşyalardan oluşan bir düğün hediyesi alıyorsunuz ama yine de verdiğiniz paranın karşılığı değil. Biz boşuna mı düğün davetiyelerini almamış numarasına yatıyoruz. Elden tebliğ edilmediği sürece benim düğün davetiyeleri sürekli postada kayboluyor.
1 Şubat 1998 
 
Geçen gün sevgili Mustafa Kutay'ın ‘‘Monitör’’ köşesinde okudum. IBM Almedan araştırma merkezinde, kartvizit alışverişini tarihe karıştıracak bir çalışma başlatmış. Neymiş efendim, yeni tanışan iki kişi tokalaştıkları anda avuç içlerine yerleştirilen dijital okuyucular sayesinde, birbirlerinin ceplerinde bulunan dijital kartvizitlerden gerekli bilgileri kendi bilgisayarlarının hafızalarına alacaklarmış. Yok, bari birbiri hakkında düşündüklerini de okusunlar.
Böyle icat mı olur? Hem bu tür elektronik kartvizit alışverişi yaygınlaşırsa Japonlar ne yapacak, hiç bunu düşünen yok. Bence bu icat Japonlara yapılabilecek en büyük kötülük. Japonlar bu kart işini o kadar ciddiye alıyorlar ki, kartvizit alış verişinin bile bir seranomisi var. Japonya'da işe yeni başlayan personele verilen 15 günlük uyum kurslarında nasıl kartvizit alıp verileceği öğretiliyor.
Öyle bıyık altından gülüp de kart vermenin de seranomisi ne olacak demeyin. Bir Japonla karşılaştığınızda kartvizitinizi vermeden sadece adınızı söylerseniz, bu tanışma Japonlar açısından kesinlikle geçersiz olarak kabul edilecektir. Ayrıca öyle hıyar verir gibi kartı karşınızdakine uzatırsanız da olmaz. Her işin bir yolu yordamı var.
Japonya’da yeni tanışacağınız biri ile karşılaştığınızda, şimşek gibi elinizi cebinize atın ve kartvizinizi çıkartın. Bu işlemi yaparken elinizin bir çelik yay gibi gergin olmasına dikkat edin. Kartvizitinizi iki elinizle, üzerindeki yazılar karşıdaki tarafından doğru okunacak bir şekilde tutarak büyük bir saygı içinde yavaş yavaş uzatın. Kartınızı uzatırken yeni tanıştığınız insanın bulunduğu mevkiye göre eğilmeyi de ihmal etmeyin.  
Eğer tanıştığınız kişi sizden çok yüksek bir pozisyona sahip ise, veya iş yaptığınız hatırlı bir müşteri ise kartvizitinizi verirken vücudunuz 90 derecelik bir açı yapacak şekilde eğilin. Vücudunuzun üst kısmının yere paralel olmasına dikkat edin. Kartınızı verirken başınızı hafif yukarı kaldırın, karşınızdaki kişinin gözlerine muhabbet ile bakın ve lütfedip sizin kartvizitiniz kabul ettiği için teşekkür etmeyi ihmal etmeyin.  
Yok karşınızdaki yere paralel hale gelecek kadar eğilmeyi gerektirmiyorsa, mevkisine göre 45, 30 ve 15 derecelik bir açı ile eğilmeniz yeterli. Tanıştığınız insanın sizinle aynı düzeyde olması durumunda ise, karşınızdakinin hareketlerini dikkatle inceleyin, ne kadar eğiliyorsa siz de okadar eğilin. Kartını aldığınız kişi sizden daha düşük bir mevkide ise o zaman kartı alırken sadece başınızı biraz öne eğerek selam vermeniz yeterli olur.  
JAPON SÖZÜ  
...HATAKE KARA HAMAGURİ WA TORENU  
...TARLADA MİDYE YETİŞMEZ.
 Konniçiva köşesine gösterdiğiniz ilgiden dolayı minnettarım. İnsanın bir okur grubu olduğunu hissetmesi kadar güzel bir duygu olabileceğini zannetmiyorum. Her hafta yazılan yazıların ardından gelen onlarca E mail (toplu olarak hesap edildiğinde yüzlerce diye de ifade edilebilir) yazar-okur ilişkisini birebir bir ilişki haline getirebiliyor. Bu da benim gibi daha işin başında olan bir yazara, inanılmaz bir güven duygusu veriyor.  
Ayrıca Bilgi Yayınevi’nden çıkan ‘‘Maymun da Ağaçtan Düşer’’ isimli kitabımın 4 ay içinde 3'üncü baskıyı yapması ise benim için çok ayrı bir onur. Bu arada kitabı okumayanlara küçük bir not, bu okuma işini biraz hızlı tutun, artık ikinci kitabın zamanı geldi. Yoksa ikisini birden okumak zorunda kalacaklar.  
Ayrıca ‘‘Maymun da Ağaçtan Düşer’’ şu anda Tokyo Yabancı Diller Üniversitesi Türkçe Bölümü’nde ders olarak işleniyor. Türkçe bölümü öğrencileri kitabı o kadar sevmişler ki, ödev olarak tercüme ettikleri bazı bölümleri Üniversitelerinin veb sayfasında yayınlamak için girişimde bulunmuşlar. Umuyorum çok yakında İnternet üzerinden Japonca tercümesini de okuyabileceksiniz.  
JAPON FIKRASI  
Keiko iki gözü iki çeşme doktoruna dert yanar, ‘‘Doktor yine hamileyim, biliyorsun hap alamıyorum, kocam da prezervatif takmıyor. Öyle gün hesabı falan da olmuyor. Ne olur bana öyle bir şey söyle ki bir daha hiç hamile kalma riskim olmasın.  
Doktor Keiko'nun suratına uzun uzun bakar ve ‘‘Bunu ilk kez sana söylüyorum. Çok yaygın olmamasına rağmen kesin sonuç verir. Eğer kola içersen hamile kalmazsın’’ der.  
Keiko, tüm sorunlarının bittiği varsayımı ile derin bir soluk alır ve ‘‘e doktor alacağın olsun, madem bu kadar basit bir yolu vardı, niye bana daha önce söylemedin. Sen şunu söyle, ben bu kola'yı seksten sonra mı içeceğim yoksa seksten önce mi?’’ diye sorar.  
Doktor sakin bir şekilde cevap verir:  
‘‘Seks yerine’’
8 Şubat 1998, Pazar İÇKİ İÇME SANATI

 

Geçen hafta bir Japon arkadaş grubu ile küçük bir İzakaya'da (bir çeşit Japon restoranı) akşam yemeği yedik. Doğal olarak yenilen çiğ balık ile beraber meşhur Japon içkisi Sake içildi. Herzaman olduğu gibi Japonlar ikinci kadeh sakeden sonra kızarmaya başladılar. Dördüncü bardaktan sonra suratları tam anlamıyla morardı. Beşinci kadehten sonra ben onların kalp krizinden ölmelerini bekledim. Ve yine herzaman olduğu kimse ölmedi.

Bu Japon milleti içkiye hiç dayanıklı değil, ama ne hikmetse bütün Japonlar içki içmeyi çok seviyor. İçkiye dayanıksız olduklarını ise asla kabul etmiyorlar. Japonlara sorsanız, dünyada Ruslardan sonra en iyi içki içen ırk Japonlar.

Sake denilen meşhur Japon içkisinin aslı pirinç. Sizin anlayacağınız sake aslında pirinç rakısı, likor bardakları gibi küçük kaplarda servis yapılıyor ve 3 değişik ısı derecesinde içilebiliyor. Birincisi Sake, 25 derecede ısıtılarak servis yapılıyor ve sıcak içiliyor. İkincisi, oda sıcaklığında muhafaza edilmiş olarak servis yapılıyor ve aynı sıcaklıkta içiliyor. Üçüncüsü ise uzun bir süre buzlukta tutulup, iyice soğutulduktan sonra servis yapılıyor ve soğuk içiliyor.

Japonlara göre şarhoş olmalarının tek nedeni ise sake. Alkol oranı yüzde 12 ile 15 arasında değişen içkilerinin çok çabuk sarhoş ettiğini anlatmak için bir de özlü söz üretmişler. Japonlara göre ilk kadehde İnsan sake içer. İkinci kadehde sake sakeye karışır. Üçüncü kadehten sonra ise Sake insanı içmeye başlar. Ve İnsanın kontrolü sakenin eline geçer.
Bu söze benzer Türkçe bir deyim de varmış. Ben de geçen hafta Tokyo Büyükelçisi Gündüz Aktan'ın, Elçilik Müşteşarı sevgili dostum Erdoğan Kök'ün Danimarka’ya tayini nedeniyle verdiği yemekte, Askeri Ataşe Albay Nedim Anbar'dan öğrendim.
‘‘Birinci kadeh rakıdan sonra insan bülbül gibi şakır, ikinci kadehten sonra aslan gibi kükrer, üçünçü kadehten sonra ise eşek gibi anırır’’.
Doğru söze ne denir. Bazıları biraz rakı içtikten sonra eşek gibi anırmaya başlıyor. Ama anladığım kadarıyla bu Japon rakısı sake, bizim üzüm rakısı gibi içtikten sonra insanı anırtmıyor. Bu kadar yıldır Japonyadayım, şimdiye kadar sake içtikten sonra anıran sağa sola saldıran veya ona buna bulaşan, şarhoş olduğu için şuç işleyen, bir Japona rastlamadım.
Herkesin sarhoşluğu kendisine. Özellikle Tokyo'nun Japon tarzı eğlence merkezi olan Kabukicho'da akşam saat 9'dan sonra yüzlerce insan sokaklarda sallana sallana yürüyor, kimisi aşırı içkinin etkisiyle yerlerde sürünüyor. Ama kimse kimseye karışmıyor. Kimse içtiği Sake'nin arkasına sığınıp şuç işlemiyor. Veya kimse insanların sarhoşluklarından yararlanmaya çalışmıyor.
Bazen düşünüyorum bu manzaranın onda biri Türkiye de olsa, yani aynı anda yüzlerce sarhoş insan bir arada aynı caddede yürümeye başlasa... Allah korusun ortalık kan gölüne dönüşür.
HOŞGELDİN CAMA

Bilimadamları lama ile deveyi evlendirdiler ve bu evlilik geçenlerde ilk meyvasını verdi, Cama dünyaya geldi. Bu Cama biraz genetik bir çalışmanın ürünü. İsim babası da bilim adamları. İngilizcede deve anlamına gelen Camel'ın ‘CA’sı ile lama'nın ‘MA’sını birleştirmişler olmuş size ‘CAMA’. Küçük Cama babası, deve gibi kambur değil, ama en az onun kadar dayanıklı ve kuvvetli. Ayrıca babası olacak deve gibi inatçı da değil. Daha uyumlu bir kişiliğe sahip. Kendisine öğretilen komutları hemen algılayıp uygulamaya başlıyor. Cama sahip olduğu bu özelliklerle yakında çöl seyahatlerinin aranılan aracı olacağa benziyor.

Ayrıca Cama tüylerini annesi Lama'dan almış. Yani anlayacağınız tüylerinin bir değeri var. Boy pos olarak babasına benzediğinden, annesinden daha iri yarı. Bu nedenle de daha çok tüyü var.
Görünüşe göre küçük Cama, deve ve lamanın iyi yönlerini almış. Güçlü kuvvetli, uyumlu, uzun yola dayanıklı, eh tüyleri de değerli. Yetiştirilmek için tüm özelliklere sahip. Sahip, ama bir nokta halen bilinmiyor.
Küçük Cama da acaba annesi gibi kızınca ona buna tükürüyor mu?
JAPON FIKRASI

Keiko uzun süredir beraber olduğu ama evlenmeye bir türlü yanaşmayan erkek arkadaşını evliliğe ikna edebilmek için uzun bir konuşma yapar ve konuşmasının sonunda da şöyle konuşur:

‘‘Unutma her erkek gibi senin de sorunlarını paylaşacak bir kadına ihtiyacın var. Senin sorunlarını paylaşmaya ve onlara çözüm üretmeye hazırım’’.

Genç adam umursamaz bir tavırla ‘‘Ama benim hiçbir derdim yok ki’’ diye cevap verir. Keiko hemen atılır:

‘‘Belki şimdi yok, ama benimle evlendikten sonra olacak’’.  

JAPON SÖZÜ

...Oni no nyobo kijin ga naru

...Şeytanın karısı zamanla şeytandan bile kötü olur.

 

15 Şubat 1998, Pazar Tarlanın yanındaki kahve

Kesinlikle bir önlem almanın zamanı geldi artık. Ya merkezi bir yerde büro kiralamalıyım. Ya da artık herkesin Hürriyet Tokyo Bürosu olarak olarak görmeye başladığı Tarlanın yanındaki kahve isimli Fransız kıraathanesini değiştirmeliyim. Nedir çektiğim canım. Gelip geçerken uğradık diyenlere çay kahve ısmarlamaktan, bittim tükendim.
Aslında evin bir odasını büro haline getirdim. Hürriyet'in büyüsünü yakalayabilmek için de kapısına kocaman Hürriyet tabelası astım. Odaya girmek için kendi kendime kıyafet zorunluluğu getirdim.
Ama, günümün büyük bir bölümünü sokaklarda‘‘haber peşinde koşmakla’’ geçirdiğimden büroda uzun süre kalamıyorum. Ayrıca sahip olduğum bir cep telefonu ve bunun ucuna bağlanan bir dizüstü bilgisayar sayesinde artık her haberi geçmek için büroya dönmek zorunda değilim.
Eh istediğim yerden haberlerimi geçebilme özgürlüğüm varsa, istediğim yerde de yazabilirim. Tüm Hürriyet mensupları çok sık bürolarda çalışırken, benim Tokyo'da salaş bir kıraathanede boy göstermemin ne kadar abes olacağını tahmin edersiniz. Bu yüzden ben de çok şık olan bu yeni kıraathaneyi mesken şeçtim.
Cafe de Pres Fransızca da tarlanın yanındaki kahve anlamına geliyormuş. Bakın bu vesile ile Fransızca birşeyler de öğrenmiş oldum. Haber kaynaklarımla görüşmelerimi, gün içinde topladığım bilgilerin haberleştirilmesini, haftalık yazılarımı ve son kitabımın öykülerini, bu kıraathanede yazıyorum.
İlk önceleri Türkiye Büyükelçiliği’ne yakın olması nedeniyle tercih ettiğim bu kıraathane hakkındaki düşüncelerimi artık değiştirmeye başladım. Ne kadar diplomat arkadaş varsa hepsi ‘‘geçerken uğradık’’ deyip oturuyorlar.
Tabii sonrası malum gelsin çaylar kahveler. Fransız kırathanesinin sahibi olacak uyanık Japon baktı ki ben yağlı bir müşteriye benziyorum. Durup duruken gelip geçene çay kahve ısmarlama krizene giriyorum. Hemen beni kıraathaneye onur üyesi yaptı. Eh artık üye de olduk ya artık kıraathaneyi daha da sahiplendik. Aslında bu üyeliğin maddi bir getirisi falan yok, bırakın indirimi, çay kahvenin parasını daha içmeden peşin peşin ödüyorsunuz. Hele hele öyle ‘‘abi maaş bitti, bundan sonra yaz tahtaya al haftaya’’ falan yok.
Bu üyelik manevi, sadece hergün aynı masaya oturmama yarıyor. Yani güzel garson kızlar hergün aynı masayı benim için ayırıyorlar. Eğer ben geldiğimde başka biri oturuyorsa, kibar bir şekilde onu kaldırıp benim masamı hazırlıyorlar.
Arada sırada garson kızlar halime acıyorlar, patrona çaktırmadan bir iki kahve ısmarlıyorlar. Bunun üyeliğimle bir ilişkisi var mı yok mu bilmiyorum. Ama artık dayanacak gücüm kalmadı. Her ay maaşı çay kahve parasına yatırıyorum. Ya maaş zammı isteyeceğim ya da bu büroyu değiştireceğim.
Birlik, beraberlik ruhu
Yeter artık bağırmayın. Anladık, işinizle çok ilgilisiniz. Ne iş yaparsanız yapın, dükkanınıza gelen müşteriyi yakından takip ediyorsunuz. Ama bunu yaparken bu kadar bağırmak zorunda değilsiniz. Bize de yazık, her zaman sizin bağırışlarınızı dinlemek zorunda değiliz ki...
Bu Japon dükkanlarında acaip bir kural var. Dükkandan içeri kim girerse girsin tüm çalışanlar hep bir ağızdan hoşgeldiniz buyurun anlamında ‘‘irasşaymase’’ diye bağırıyorlar. Müşteri dükkandan çıkarken ise teşekkür ederiz, yine bekleriz anlamında ‘Arigoto gozaymas’ diye haykırıyorlar. Bu sözleri söylerken müsteriyi görmelerine onların gözlerin içine sefkatle bakmalarına gerek yok. Müşteriyi ilk gören ‘‘İrasşaymase’’ diye bağırmaya başlıyor. Ondan sonra ne kadar çalışan varsa hepsi aynı kelimeyi tekrarlıyor.
Bu olayın mantığını sorduğunuz da ise cevap hazır ‘‘müsteri memnuniyeti’’ Sanki böyle bağırmasalar mutlu olmayacağız. Neyse, hadi diyelim böylece bunun mantıki açıklamasını yapıyorlar. Peki ya dükkanda müşteriden para aldıktan sonra yapılan bağırış çağırışlara ne demeli...
Japonya’da özellikle birden fazla kasanın yanyana bulunduğu mağazalarda veya fast food restoranlarda kasiyerler müşteriden aldıkları parayı kasaya koyarken veya müşteriye para üstü verirken birbirlerinden izin alıyorlar. Örneğin müşteri 5 bin yen verdi diyelim. Kasiyer hemen başlıyor bağırmaya ‘‘Beşbin yen aldım, kasaya koyuyorum’’. Diğer çalışanlar ise hep bir ağızdan lütfen anlamında bağırıyorlar ‘‘Onegayşimas’’ Kasiyer paranın üstünü veririrken de bağırmaya devam ediyor. ‘‘Bin yen para üstü veriyorum’’ diğer çalışanlar cevap veriyor. ‘‘Onegayşimas’
Tamam anlıyorum birlikten kuvvet doğar ama bu kadarı da biraz abartılı. Hem kasiyerler koca koca adamlar. Tek başlarına da para alıp verebilirler.
JAPON SÖZÜ
...Hana yori dango
...Bir dilim börek çicekten daha iyi hediyedir.
22 Şubat 1998, Pazar NAGANO NAGANO DUY SESİMİZİ!..
Bu Nagano Kış Olimpiyatları hayatımda gördüğüm en iyi organize edilmiş kış olimpiyatları. Tamam belki bundan önce hiç kış olimpiyatı görmemiş olabilirim, ama bu Nagano Kış Olimpiyatları’nın güzel olmadığı anlamına gelmez. Eğer beğenmeseydim hayatımda gördüğüm en kötü kış olimpiyatları da diyebilirdim. Ama görüyorsunuz ki demedim.
Japonlar 2000'li yıllarda dünya siyasetinde daha etkili olabilmek için her yolu denediklerinden, dünya milletlerini kendilerine hayran bırakabilecek bu tür fırsatları kaçırmıyorlar. Bunun için de büyük paralar harcamaktan çekinmiyorlar. İşte Nagano Olimpiyatları’nda da en son teknolojilerini kullanıp dünyaya hava atabilmek için kesenin ağızını açmış durumdalar.
Dünyada ilk kez Japonlar, evsahipliği yaptıkları olimpiyatların tüm masraflarını tek başlarına karşılıyorlar. Yarışmacı ülkeler kapağı Japonya’nın herhangi bir havalimanına attı mı gerisi kolay. Ekmek Mc Donalds‘tan su Coca cola‘dan. Arabalar ise Toyota'dan.
Gerçi çok istememe rağmen bana özel bir Toyota tahsis etmediler ama olsun sırf bu yüzden şimdi olimpiyatları kötülemek benim dürüst gazetecilik anlayışıma sığmaz. Hem adamlar olimpiyat köyünde konuk olduğum iki gün içinde bana 45 hamburger, 75 kutu sıcak ve soğuk içecek ısmarladılar da ağızlarını açıp birşey demediler.
Büyük dünya markaları Nagano Olimpiyatları’na sponsor olabilmek için kıyasıya bir mücadele verdi. Kıran kırana geçen mücadele sonunda olimpiyatlar süresince en çok para harcamayı kabul edenler galip çıktı. Örneğin Mc Donalds olimpiyat köyü içinde ve yarışma alanlarında açtığı mağazalarda sporcuların tüm yiyecek ihtiyaçlarını parasız karşılarken Coca cola sporculara günde ortalama 20 bin kutu içecek dağıttı. Toyoto Otomobil ise hepsi sıfır km olmak üzere 1500 çesitli cinste aracı olimpiyat komitesine hediye etti. Ayrıca tüm olimpiyatlar süresince bir gönüllüler ordusu yarışmacılara hizmet etti. Her 3 kişiye bir tane kendi dilinde konuşan Japon mihmandar verildi.
Biz de tek sporcu ile bu muhteşem organizyona katılma şansını elde ettik ya benden mutlusu yok. Siz bu satırları okurken Arif muhteşem rakiplerine karşı onur mücadelesi veriyor olacak. Siz gönlünüzü ferah tutun, biz bir grup Türk tüm yarışlar boyunca bayraklarımızla Arif’i destekliyoruz. Öyle bağıracağız ki, sesimizi tüm Nagano duyacak.

SPORCU KİŞİLİĞİM

Tamam siyah kuşak alamayabilirim. Ama onlarda da renk renk çeşit çesit kuşak var, bari onlardan birini versinler. Böyle kuşaksız bu spor yapılmıyor ki. Hem söyleyin o kadar hızlı vurmalarına da gerek yok. Yavaşca gösterseler ben anlarım.
Ama şuç bende doktora öğrencisi Alper Akdağ'ın dolduruşuna gelip bu yaştan sonra karate yapmaya soyunursan olacağı bu işte. Önüne gelenden dayak yer oturursun.
Alper'in dolduruşuna nasıl bu kadar kolay geldim bunu anlayabilmiş değilim. Yaptığı güzel yemeklerin bu konuda bir etkisi oldu mu bilemiyorum. Ama laf aramızda Tokyo'da yediğim en güzel kabak tatlısını Alper yapmıştı. Her istediğini yaparsam belki bir daha kabak tatlısı yapar’’ gibi içgüdüsel bir yaklaşımla onun dolduruşuna gelmiş olabilirim

Aman bilmiyorum. Zaten yediğim dayaklardan hiç birşey düşünecek halim yok. Önüne gelen başını hafifçe eğip selam verdikten sonra başlıyor vurmaya.Vururken de acaip sesler çıkarmayı ihmal etmiyorlar. Eh bu kadar dayak yedikten sonra kimseyi dövmeden bu sporu bırakmak da olmaz. Özellikle sana vuruş tekniği öğretiyorum ayakları ile beni ikide bir pataklayan sensei dedikleri öğretmen bozuntusunun hakkından gelmeden bu sporu bırakamam.

Biraz birşeyler öğreneyim ben onlara gösteririm.

JAPON FIKRASI

Keiko bütün bir yıl okuldan artakalan zamanlarında evlerinin yanındaki markette çalışarak para biriktirir. Sonra da ver elini İtalya. Hem tatil yapmak hem de Roma'ya gelmişken biraz alışveriş yapmak niyetindedir. Küçük fakat temiz bir otele yerleşir. Tüm bir hafta boyunca alışveriş yapar. Roma'daki son gecesinde ise sürekli duyduğu Roma gecelerini yaşayabilmek için dışarı çıkar. Yaşlı otel sahibinden gidilebilecek yerlerin ismini alır ve tüm gece boyunca o bar senin bu bar benim gezdikten sonra sabahın ilk ışıklarıyla büyük bir düş kırıklığı içinde otele döner.

Keiko'yu oldukça üzgün gören yaşlı otel sahibi kızın başına kötü birşey geldiği endişesi ile sorar, ‘‘Ne oldu iyi görünmüyorsun. Yoksa Roma gecelerini beğenmedin mi?’’

Kekiko, sıkıntılı cevap verir ‘‘Bilmiyorum, ama anlamadığım bir şey var. Gece boyunca herkes bana sanki çok uykusuzmuşum gibi davrandı. Tüm gece hangi erkekle tanışsam bana ‘Hadi hemen yatalım' dedi.
JAPON SÖZÜ
...Bimbo hima nashi

...Fakirin boş vakti yoktur .

1 Mart 1998, Pazar İntihar
 İyi iş ha ... Sen bunalıma gir intihar et. Çalıştığın şirket ailene tazminat ödesin. Neymiş efendim, fabrikada koşullar çok ağırmış da beyimiz ondan bunalıma girmişmiş. Bunun tek sorumlusu patronlarmış, bu yüzden patron tazminat ödemek zorundaymış. Falan Filan.
Adam çelik fabrikasında sıradan bir işçi olarak çalışırken bunalıma girip intihar ediyor, ailesi ise hemen fabrika yönetimini mahkemeye vererek tazminat talep ediyor. Gerekçe de çok basit, güya babaları fabrika yönetiminin uyguladığı insanlık dışı çalışma koşulları nedeniyle intihara süreklenmiş olabilirmiş. Yani dikkat edin ortada kesin birşey yok. Adam ölürken bir mektup bırakıp da ‘‘İntiharımdan sadece patron sorumludur. Beni çok çalıştırdılar. Onun için intihar ediyorum’’ falan da dememiş. Sadece aile böyle olabileceği kuşkusuyla mahkemeye başvurmuş.
Japonya'da hakimlerin işi yok galiba, onlar da oturmuşlar bu iddiayı ciddi ciddi araştırmışlar. Sonunda da adamın fabrikada normal çalışma koşullarından yüzde 20.3 oranında daha fazla çalıştığını tespit etmişler. Ve bu fazla çalışma süresinin insanın intihar etmesine yetecek bir süre olduğuna karar verip fabrika yönetimini 50 milyon yen (yaklaşık 400 bin dolar) tazimnat ödemeye mahkum etmişler.

Canım böyle şaçma şey mi olur? İnsan çok çalışmaktan bunalıma girermiymiş.Bakın bana, o kadar çalışıyorum yine de mutluyum.

Japonca aslında sanıldığı kadar zor bir lisan değil. Öyle çok değil üç, bilemediniz beş kelime Japonca bilirseniz, Japoncanızla Japonları kendinize hayran bırakabilirsiniz.
Birkaç teknik kelimeyi bilmeniz yeterli. Şimdi sokakta bir Japonla karşılaştınız diyelim. Önce ‘‘konniçiva’’ diyeceksiniz. Yani merhaba. Karşınızdaki Japon tüm kibarlığı ile sizin konniçivanıza aynen cevap verecektir. Sonra hemen hava durumuna bakın, eğer hava soğuk ise ‘‘samui ne’’ yok hava sıcak ise ‘‘Atsui ne’’ diyerek devam edin. Yani havadan sudan konuşabildiğinizi ona gösterin.
Sizin bu Japoncanızı duyan Japon, hayretten gözleri açılmış şekilde size dönerek ‘‘Nihongo o umai des ne’’ yani Japoncanız çok etkileyici demezse ben de Japonlar hakkında hiçbirşey bilmiyorum.
Zaten Japonlar da sokakta birbirleri ile karşılaştıklarında ancak bu kadar konuşuyorlar.
Ha! Bir de Suimasen kelimesi var ki bu çok önemli. Kelime değil. Sanki joker, nerde kullanırsan o anlamı veriyor. Birisine seslenmek için, özür dilemek için, teşekkür etmek için, hatta küfür anlamında bile... Yani aklınıza gelecek her yerde ve koşulda bu sihirli kelimeyi kullanabiliriniz. Hatta karşınızdakine sevginizi gösterebilmek için bile Suimasen diyebilirsiniz.
Allah ne muradınız varsa versin. Allah tuttuğunuzu altın etsin. Bana evinizi kiraya vermek lütfunda bulunduğunuz için size minnettarım. Kira adı altında size her ay binlerce dolar ödemek, benim için çok büyük bir şeref. Bana bu onuru yaşattığınız için şu iki kira tutarındaki meblağı küçük bir hediye olarak lütfen kabul buyurun.
Evet efendim, abartmıyorum aynen böyle. Japonya'da kiracılar evsahiplerine, evlerini kendilerine kiralamak lütfunu gösterdikleri teşekkür parası adı altında iki kira veriyorlar.

Evsahipleri artık bu hediye işine o kadar alışmışlar ki artık teşekkür parası vermeyene ev vermiyorlar. Bekara, öğrenciye, çocukluya derken şimdi de teşekkür etmeyene ev vermeme modası başladı. Vallahi iyi iş, insanlar her ay zaten kira adı altında bir servet ödüyorlar. Bir de bu serveti ödemeden önce servetin ödenmesine olanak sağladığı için teşekkür edebilmek için adama bir servet daha ödüyorlar.

Bu aralar yeni bir ev aradığım için aynı dert benim de başımda. Herifler zorla benden teşekkür parası istiyorlar. Canım keyif benim değil mi? İster teşekkür ederim, ister etmem. İnsana zorla teşekkür ettirilmez ki. Hem belki de ben çok kaba bir insanım.
JAPON FIKRASI
Keiko, Amerikalı arkadaşına Budizm hakkında bilgi verirken, budizmin 5 kuralını da sıralar:
‘‘Adam öldürmeyeceksin. Hırsızlık yapmayacaksın. Yalan söylemeyeceksin. Sözünü yerine getireceksin. İçki içmeyeceksin.’
Amerikalı genç kız, lafa karışır ve ‘‘Ama bunlar Hz İsa'nın 10 emrinden sadece 5 tanesi’’.
Keiko cevap verir: ‘‘10 kural çok fazla, 5 tanesi bize yetiyor’’.
22 Mart 1998  BEYAZ DANTELLİ TAKSİ  
Ne bu canım, böyle tüm taksiler pırıl pırıl ben böyle temiz taksiye binmeye alışkın değilim. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar temiz taksi yok. Hem artık siz bu temizlik işini abartınız canım. Makam arabasına mı biniyoruz, taksiye mi? Yoksa eve mi konuk mu oluyoruz? Belli değil.  
Kir belli olsun diye tüm taksilere dantelli beyaz örtü takılır mı? Dünyada tüm taksi şoförleri kir belli olmasın diye koyu renkli koltuk kılıflarını tercih ederken siz tam tersini yapıyorsunuz. Biz küçükken, televizyon ve telefon gibi son teknoloji ürünü eşyalar yeni alındığında annem onların üzerine beyaz dantel örtüler orterdi. Ama hergün yüzlerce insanın inip bindiği taksiye beyaz örtü koymak hiç akıl karı değil. Hem şoförlere de yazık canım. Günde 3 defa örtü değiştiriyorlar. Gerçi siz de temiz tutmaya gayret gösteriyorsunuz ama ne de olsa örtüler beyaz.  
Hadi beyaz örtüleri anladık diyelim, kapıların otomatik açılıp kapanmasına ne demeli. Neymiş efendim kapı kolları kirli olabilirmiş. Müşterilerin kapı kollarına ellerini sürüp kirletmemeleri için kapılar otomatik olarak açılıp kapanıyormuş. Bu bana hiç inandırıcı gelmiyor. Madem sırf yolcuların eli kirlenmesin diye bu otomatik kapıları koyuyorsunuz. O zaman ben taksilerin kapısını kendim açmaya çalıştığımda niçin bana kızıyorusunuz. Tamam şimdi öğrendim ama ilk geldiğim zamanlar, taksi şoförlerinden az fırça yemedim. Ben nereden bilebilirdim kapılarınızın otomatik açılıp kapandığını. Diğer yabancılar da benim gibi kapılarını kendileri açıp kapamak istedikleri için onları taksilerinize almamak da ne oluyor. Hiç yakıştıramadım.  
Merhaba Gantu  
30 yıl aradan sonra Japon tersanelerinde inşa edilen ilk Türk gemisi ‘Gantu' dün törenle denize indirildi. Tankerin denize indirilmesi için düzenlenen törene Türkiye‘nin Tokyo Büyükelçisi Gündüz Aktan, Elçi Müsteşar Engin Yazıcıoğlu, Dünya Denizcilik Ve Ticaret AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Suay Umut ve Japon yetkililer katıldı. Japonya'nın güneyinde Onomichi tersanelerinde inşa edilen 46 bin 500 grostonluk tanker Ağustos’ta seferlere başlayacak.
Yukardaki haberi yazmak için toplam tamı tamamına 12 saat yolculuk. Tokyo'dan Hiroshima'nın küçük tersane kasabasına gidebilmek için bir günüm yollarda geçti. Tamam haklısınız. Bu haberi olay yerine gitmeden de yazabilirdim. Ama o zaman koca koca gemilerin ince bir ip ile karaya bağlandıklarını hiçbir zaman öğrenemezdim. Gerçi bazı kendini bilmezler gemilerin zincirlerle bağlı olduğunu söylüyorlar, ama ben gözlerime mi inanacağım yoksa onlara mı?  
Geminin sahibi Suay Umut tören alanında eline verilen küçük bir balta ile gemiyi tutan ince ipi kesince gemi suya indi. Demek ki başka hiçbirşey tutmuyor. Öyle olsa ip kesilince de gemi yerinde durması lazımdı.  
Gerçi çok hazırlanmıştım. İpi ben kesecektim, Kestikten sonra da Türk Japon ilişkileri hakkında kısa bir konuşma yapacaktım. Ama geminin sahibi benden atik davranıp baltayı ele geçirince tüm umutlarım suya düştü. Bir ara saldırıp baltayı elinden alayım diye düşündüm ama olacak gibi değil. Koca koca adamlar bir ipi paylaşamadılar dedirtmemek için vazgeçtim. Hem canım adamcağız milyonlarca dolar masraf yapmış. Şimdi baltayı elinden alıp kesmek ayıp olur.  
Ama bir dahaki sefere baltayı kimseye kaptırmam. Nasıl olsa Gantu'nun kardeşi Gansu da gelecek ay suya indirilecek. Hem artık işin püf noktasını öğrendim. Kendi baltamı kendim getireceğim. Kimseyi beklemeden ipi kesip gemiyi suya indireceğim.  
JAPON FIKRASI  
Japonya‘da yapılan dünya güzellik yarışmasında Keiko birinciliği kazanır. Tüm Japonya’nın gelmiş geçmiş en güzel kızı olduğuna inanan Keiko kendisini diğer Japonlardan üstün görmeye başlar. Keiko dünya güzellik yarışmasına katılmak için Amerika‘ya giderken de ekonomi sınıfı bileti olmasına rağmen, gidip uçağın en önündeki first class bölümüne oturur.  
Hosteslerin tüm uyarılarına ‘‘Ben Japonya‘nın en güzel kızıyım. Güzelliğim ve uzun bacaklarım ile ülkemi temsil etmek için gidiyorum. Benim gibi önemli bir insan ancak burada oturabilir’’ diyerek yerinden kalkmaz.  
Hosteslerin ardından şansını deneyen kidemli kabin amiri de aynı cevabı alınca, pilota gider ve ‘‘Efendim, Japonya güzeli olduğunu söyleyen bir hanım ekonomi sınıfı bileti olmasına rağmen first classda oturuyor. Kendisini defalarca uyarmamıza rağmen bizi dinlemedi’ der.  
Pilot, ‘siz merak etmeyin ben hallederım’’ diyerek Keiko'nun yanına gider ve kulağına eğilerek birşeyler söyler. Pilotun konuşmasının ardından Keiko koşar adım arka sıralara doğru gider. Bu gelişme üzerine hostesler merakla pilota bunun nasıl becerdiğini sorarlar.  
Pilot sakin: ‘‘Güzel ama biraz saf görünüyordu, yanına gittim ve ‘Hanımefendi siz bizim için çok değerlisiniz. Güzelliğiniz Japonya'nın gururu. Sizi first class yolcuları arasında görmek bizim için büyük onur ama inanın uçağın ön tarafı Amerika'ya gitmiyor' dedim’.  
JAPON SÖZÜ  
...Au wa wakare no hajime  
...Buluşmak ayrılmanın başlangıcıdır.
29 Mart 1998 
ÖZÜR
Evet sevgili okurlarım sizden özür diliyorum. Bunca zamandır sizi kandırdım. Benim adım aslında Erdal Güven falan değil. ERUDARU GÜBEN. Evet evet yanlış okumadınız aynen öyle. Aslında bu işte benim de bir şuçum yok. Yıllardır adımı yanlış biliyormuşum. Ben de sizler gibi adımın Erdal Güven olduğunu zannediyordum, ama geç de olsa yanlışımı anladım. Daha doğrusu daha fazla dayanacak gücüm kalmadığı için Japonların dediğini kabul etmek zorunda kaldım. 4 yıldır Japonlarla mücadale ediyorum ama daha şimdiye kadar ismimi doğru söyleyen bir Japona rastlamadım. Kendimi tanıtırken bir yanlışlığa mahal vermemek için önce ismimi kotluyorum sonra da okunuşunu söylüyorum. E.R. D. A. L. Erdal, karşımdaki Japon tekrarlıyor Erudaru. Hayır ERUDARU değil. Ama ne kadar söylersem söyleyeyim hiç önemi yok. O bir kere benim adımı koydu. Sonra sıra soyadıma geliyor. Başlıyorum yine kotlamaya G.Ü.V.E.N. Güven, karşımdaki tekrarlıyor, güben. Hayır GÜBEN değil Güven Viyana'nın V'si. Bu sefer karşımdaki biraz ukala cevap veriyor. Tamam biz ne diyoruz BİYANA'nın B‘si GÜBEN.
Japonlar latin alfabesinde yer alan bazı harfleri söyleme özürlü oldukları için bu harfler yerine kendileri uygun sesler koyuyorlar. Hiçbir Japon R ve L sesini çıkartamadığı için bunun yerine Ru sesi veriyorlar. Ayrıca lugatlarında ‘V' diye bir harf yok onun yerine ‘Bİ' var. Bu yüzden de ‘V' yerine sürekli ‘Bİ' diyorlar. Böylece benim adım oluyor ERUDARU GÜBEN.
Aslında Japonlar işin kolayını bulmuşlar teleffuz edemedikleri yabancı kelimeleri önce Japonlaştırıp sonra cümle içinde kullanıyorlar. Bazen öyle ileri gidiyorlar ki, kelimenin orijinalini inkar edip doğrusunun kendilerinin söylediği olduğunu savunuyorlar.
Benim adımın doğrusunun da ERUDARU GÜBEN olduğunu iddia edip duruyorlar Güya annem babam cahilliklerinden bana Erdal ismini koymuşlar. Eh artık siz de yanlış yapmayın ve beni yeni ismimle çağırın. Yoksa Japonlara ayıp olacak.
Saygılarımla
ERUDARU GÜBEN
Ailenizin yazarı.
Ormana gidelim, ormana
Dün gece rüyama giren ak sakallı nur yüzlü bir ihtiyarla insanları sevdiklerinden eş dost ve akrabalarından ayırmanın ne denli günah olduğu konusunda uzun uzun sohbet ettik.
Ağır bir akşam yemeğinden sonra üstümü örtmeden yattığım bir gecede bana gönderilen mesajdan anladım ki piknik zamanı geldi. Ve Doğal ortamlarda yapılacak pikniklerde insanlar eş dost ahbaplarıyla beraber olmak istiyor. Madem öyle işte böyle deyip ormanlık alanda bir piknik düzenlemeye karar verdim. Hatta kış uykusundan yeni uyanmış dostları ile uzun süredir ilk defa karşılaşacak olanlar için de gezi süresini iki güne çıkarttım. Gezi sırasında dostlar arasındaki duvarları ortadan kaldırabilmek için de geziyi çadırlı yapmaya karar verdim. Aman canım siz de öküz altında buzağı arıyorsunuz. Bunun benim geçen gün çadır almış olmamla hiçbir alakası yok. Ben sadece kalın oda duvarlarının dostlar arasında engel olmasını engellemeye çalışıyorum.
Aslında bu geziyi en çok sevgili dostum elçilik Müsteşarı Erdoğan Kök arzuluyordu. Bütün bir kış süresince sırt ağrılarından muzdarip olan ve sırtını çiğneyecek bir ayı bulamamaktan sikayet eden Erdoğan, kendine uygun bir ayı bulabileceği bu gezi öncesi Danimarka'ya tayin oldu. Şimdi Erdoğan yok diye pikniğe gitmemek olmaz. Artık o da sırtını Danimarka ayılarına çiğnetir. Ne yapalım.
JAPON FIKRASI
Politikacı Suzuki, sekreter almak için gazeteye ilan verir. Fakat işlerinin yoğunluğu nedeniyle ilanlarla ilgilenemez ve karısı Keiko'dan başvuru mektuplarını okuyup, tasnif etmesini ister.
Keiko mektupları okurken bir mektup dikkatini çeker. Sekreter adayından bir tanesi mektubun altına kısa bir not düşmüştür. ‘‘Her türlü işinizde size hizmet etmeye hazırım. Ama aklınıza ne tür iş gelirse’’.
Keiko ise hiç vakit geçirmeden cevap niteliğinde kısa bir mektup yazar:
‘‘Siz hiç merak etmeyin ben beyefendinin eşi olarak her türlü işinde kendisine hizmet ediyorum. Ama aklınıza ne tür iş gelirse’’.
JAPON SÖZÜ ... Keiken wa gusha desae mo kashikoku suru
...Tecrübe sahibi aptal bile akıllı görünür.
5 Nisan 1998, Pazar
YAZIK OLDU GORİLE
Beğendiniz mi yaptığınızı? Ne olacak şimdi? Neymiş efendim goril nesli tükenmek üzereymiş de bu tükenmeye ancak Sultan dur diyebilirmiş. Sultan aynı anda birkaç dişiyle biraraya gelirse, goril nesili daha çabuk çoğalırmış.
Olacaklar sizin umurunuzda değil tabii. Olan Sultan’a oldu. 28 yaşındaki koca Sultan sizin aceleciliğinizin kurbanı oldu. Ne vardı koca Sultan’ı evinden barkından ayırıp, taa Kyoto‘larda genç dişilerle beraber olmaya zorlayacak.
Hem madem dişi gorilleri Sultan’a sunacaktınız, peki ama niçin iki ay Sultan’a azap çektirdiniz. Sizin yaptığınıza canilik denir. Sen kalk koca Sultan’ı Tokyo'daki evinden al getir. Kyoto hayvanat bahçesinin en işveli üç gorilin yaşadığı kafesin yanındaki kafese koy, dişiler bütün gün tüm cilveleri ile Sultan'ı baştan çıkartsınlar. Ama Sultan’ın dişilerin yanına gitmesine izin verme.
Olur mu efendim? Olur mu hiç? Koca Sultan iki ay boyunca yan kafeste kendisine cilve yapan dişilerle beraber olacağı anı hayal etti. Veteriner olan cani uygun görünce de kafesin kapısını açıp Sultan'ı dişilerin yanına gönderdi. Garibim bir tane dişi hayal ederken, bir anda üç tane dişi ile yanlız kalınca ne yapacağını şaşırdı. Tüm heyecanı ile önüne gelene saldırdı. İşin en heyecanlı yerinde vazgeçip bir diğerinin yanına koştu. Garibim ne yapacağını bilmiyordu. Tam üçüncü dişinin tadına bakacaktı ki kalbi tekledi. Yere yığıldı. Siz önce koca Sultan’ın aşk oyunları yaptığını zannettiniz. Sizin gibi düşünen dişi goriller de koca Sultan’ın numara yaptığını zannederek üzerine atladılar. Sultan tüm gücünü toplayarak, son bir gayretle üçüncü dişinin üzerine çıkmaya çalıştığı sırada ruhunu teslim etti.
Koca goril sizin yüzünüzden öldü, ama siz hiç oralı olmadınız. Küçük hesaplar peşinde koşmanız bakın nelere mal oldu. Goril nesli çabuk çoğalsın diye uğraşıyordunuz. Ama bakın Sultan da öldü. Bakalım şimdi ne yapacaksınız.
Dünya gözüyle bir görelim dedik
Tokyo Narita havaalanında görevli gümrük polisleri geçen hafta içinde ülkeye turist olarak girmeye çalışan 4 Pakistan'lıya giriş izni vermeyerek ülkelerine gönderdi. Bunlar da artık çok olmaya başladılar canım. Şimdi nerden anladınız. Koca koca adamların yalan söylediğini.
Neymiş efendim Pakistanlı grubun turist olmadığını tek soru sorarak anlamışlar Nasıl oluyor da insan tek soru sorarak, karşısındaki insanın yalan söylediğini anlıyor, işte bunu anlayamıyorum. Bu kadar yıllık gazeteciyim kimseyi tek soru sorarak yalan söylediğini anlayamadım.
Japon görevliler iki turist iki rehber toplam dört kişiden oluşan Pakistanlı turist grubunun Narita havalanında gümrük kontrolüne girdiğinde sordukları ‘‘Japonya'ya niçin geldiniz?’’ sorusana verdikleri yanıttan Pakistanlıların yalan söylediğini anlamışlar.
Şimdi siz de Pakistanlıların ne cevap verdiğini merak ettiğiniz değil mi? Yok canım o kadar acaip bir cevap değil. Sadece ‘‘Dünya gözü ile Tokyo‘yu bir görelim dedik. Onun için de kalktık geldik’’ demişler. Üzerine bir de yemin billah etmişler, ama vicdansız Japon gümrükçüleri bir türlü inandırmayı başaramamışlar.
Ne var yani Pakistanlı turistlerin gözleri görmüyorsa, hem size ne canım, Körler turist rehberliği yapmayacak diye bir kural mı var. Hem bunların ne önemi var. Baksanıza adamlar yemin billah edip dünya gözü ile Tokyo’yu görmek için geldiklerini söylüyorlar. Japonlar ise hala bunun nesini inandırıcı bulmuyorlar anlamıyorum.
JAPON FIKRASI
Türlerinin son örneği ikiyaşlı goril Tokyo Hayvanat Bahçesinde yaşamaktaydı. Japon bilimadamları iki gorili çiftleştirip nesillerini devam ettirmek için tüm yolları denerler. Fakat yaşlı ve yorgun erkek goril bir türlü çiftleşmeye yanaşmaz ve bir gün ölür. Dünya bilim konseyi acele toplanarak bu olaya nasıl bir çözüm bulunabileceğini tartışırken Keiko söz alır ve bu sorunu çözebileceğini ancak bunun için 50 bin dolara ihtiyacı olduğunu söyler. Konsey Keiko'nun önerisini kabul eder. Keiko hemen hokkaido'ya gider ve Suzuki'yi bulur. Suzuki'ye goril neslinin tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu ve bu sorunu ancak kendisinin çözebileceğini belirten Keiko, ‘‘Eğer 50 bin dolar karşılığında bu işi halledersen insanlık sana minnettar kalacaktır’’ der.
Suzuki birkaç saat düşündükten sonra ağır ağır konuşmaya başlar. ‘‘Bu işi yapmak için üç şartım var. Ancak bunları kabul ederseniz, bu işi yaparım. Birincisi malum gece gorili kesinlikle dudağından öpmem’’.
Keiko birinci şartı hemen kabul ettiğini belirtir, bunun üzerine Suzuki devam eder ‘‘Güzel, ikinci olarak eğer doğacak çocuk erkek olursa ona babamın adını koyarım’’. Keiko biraz düşündükten sonra bunu da kabul eder.
Son olarak diye söz başlar Suzuki, ‘‘Bu 50 bin dolar meselesine gelince ben bu parayı bir seferde peşin olarak veremem eğer bu parayı benden 4 taksitte almayı kabul ederseniz, bu işi oldu bilin’’.
12 Nisan 1998 JAPON GAZETİCİLERE ACIYORUM
Bu Japon gazetecilere acıyorum vallahi. Ne öyle canım hiçbir ayrıcalığı olmayan gazeteci mi olur? Ellerinde basın kartları, basın toplantılarına girmekten başka işe yaramıyor. Neymiş efendim basın kartı sadece haberle ilgili kullanılırmış. Hadi canım sizde basın kartı dediğin her işe yaramalı hatta yeri geldiğinde indirim kuponu olarak bile kullanılmalı. Bu ülkede gazetecilerin hiçbir ayrıcalığı yok. Bırakın telefon ve uçak paralarını metrolara binerken bile bilet alıyor garibanlar.
Hadi muhabirlere müstahak onlar sıradan birer köle, ama bu ülkede koskoca köşe yazarları bile işe tren ve otobüs gibi toplu taşım araçları ile gidip geliyorlar. Hem ayrı odaları bile yok, tüm yazarlar bir odada oturuyorlar. Bazılarının kendilerine ait masaları bile yok. Gececilerle aynı masayı paylaşıyorlar. Olmaz ki. Sen koskoca köşe yazarı olacaksın sonra da işe trenle gidip geleceksin. Sonra da işe gelince diğer yazarlarla bir odada oturup yazı yazmaya çalışacaksın. Gelsinler de Türkiye'ye baksınlar bırakın köşe yazarları ve idarecileri, yönetimle arasını iyi tutan stajyer muhabirler ve yönetici sekreterleri bile işlerine gazetenin arabası ile gidip gelirler. Bırakın her köşe yazarına ayrı odayı, köşe yazarlarının ayrı sekreterleri bile var.
Ama bu Japon köşe yazarlarına müstahak. Onlar hallerinden pek memnunlar. koskoca köşe yazarı olmuşlar ama hala akıllanamamışlar. Neymiş efendim güya trende sıradan vatandaşlar ile beraber gidip gelirken toplumun gündemini yakalamaları daha kolay oluyormuş. Tabii efendim aslında o da bir maharet, öyle halkın içinde oturarak gündemi yakalamak kolay, asıl siz gidin de bizim yazarlara bir bakın. Adamlar her gün işe gazetenin arabası ile gidip gelseler bile sokaktaki insanın neler çektiğini anlayabiliyorlar. Gazeteci dediğin böyle olur zaten, yaşadığını anlatan gazeteciliği herkes yapar, önemli olan yaşamadığın, hiç yapmadığın şeyler konusunda köşeler dolusu şeyler yazabilmek.
Geçen yaz tatilinde Yomiuri Shimbun gazetesinin birinci sayfa yazarlarından Ozakisan ile beraber Türkiye‘ye geldim. Adam 15 milyon tirajlı dünyanın en çok satan gazetenin başyazarı, ama mütevazılığı nedeniyle bizim gazetenin ofis boyu bile kendisini beğenmedi. Şöyle bir baktı. ‘‘Abi hakikaten bu şimdi başyazar mı? Bence sen bizi kandırıyorsun bu olsa olsa gazetede getir götür işlerini yapan biridir’’ dedi.
Hosteslere özel masaj
İyi iş ha, Japonya'da hostes olmak varmış. Neymiş efendim uçakta görev yaparken sırtları ve bacakları ağrıyor diye Japon havayolu şirketleri personeline inişten sonra havaalanında hazırlanan özel bir bölümde sauna ve masaj servisi veriyor.
Tokyo Haneda Havaalanı’nda hazırlanan bölümde istihdam edilen 3 profesyonel masör haftanın 6 günü 24 saat çalışıyorlar. Masaj servisinden günde ortalama 40 hostes yararlanabiliyor.
30 ve 15 dakikalık iki değişik seans halinde yapılan masajlardan 30 dakikalık seanslarda tüm vücuda masaj yapılırken 15 dakikalık seanslarda ise sadece sırt ve bacaklara masaj yapılıyor.
Ne yani hostesler yoruluyor da biz yorulmuyor muyuz. Türkiye'ye dönünce kesinlikle gazete yönetimine önereceğim. Ağır şartlar altında çalışan köşe yazarları için gazetelere bir de masaj servisi kurulmalı. Bütün gün yorulan yazar çizer takımı, masaj yoluyla rahatlatılmalı. Hem ne demiş Atatürk ‘‘Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’’.
JAPON FIKRASI
Keiko karakolda polise dert yanmaktadır.
‘‘Memur bey bu adamdan şikayetçiyim sinemada otururken benim paramı çaldı’.
Yaşlı polis sorar, ‘‘Paran neredeydi’’.
Keiko, ‘‘Param sütyeninim içindeydi güvenli olsun diye hep orada taşırım’’. Polis bu sefer biraz sinirli, ‘‘Peki kızım adam sütyeninin içine elini sokana kadar hiç birşey farketmedin mi?
Keiko ağlamaklı, ‘‘Memur bey ben yalnız başıma sinemaya gitmiştim. Filmin tam en heyecanlı yerinde bu adam önce bacaklarımı okşamaya başladı sonra omuzumu okşayarak göğüslerime kadar indi. Ben paramı çalmak gibi kötü bir niyeti olduğunu nereden bilebilirdim ki?’’.
JAPON SÖZÜ
... Te Ga Akeba Guchi Ga Aku.
...El Boş kalırsa Ağız Çalışır
3 Mayıs 1998 SABAH SPORU
Kuğu gölü balesi eşliğinde sabah sporu yapmaya ne dersiniz. Ben denedim hiç de fena olmuyor. Hem bu işi artık alışkanlık haline getirdim. Her sabah saat yedide kalkıp Kuğugölü Balesi eşliğinde sabah sporumu yapmazsam güne iyi başlayamıyorum.  
Bendeki bu alışkanlık tabiki kendiliğinden gelişmedi. Doğal olarak ben de dış etkenlerden etkilendim. Şimdi efendim Tokyo'da yeni bir eve taşındık ya bu evin tam karşısında yerel bir yayın grubunun binası var. Adamlar küçük bir günlük gazete birkaç dergi de yayınlamalarının yanı sıra asıl uzmanlık dalları kitap yayını ve dağıtımı.  
Neyse bu yeni eve taşındığım günden beri her sabah saat yedide Kuğugölü Balesi ile uyanıyorum. İlk önceleri buna bir önem vermedim. Çılgın bir Japon, müzik setini sonuna kadar açmış Kuğugölü’nü dinliyor dedim. Biraz kızar gibi oldumsa da sonradan, ‘‘Ne yapalım canım belki de adamın en büyük zevki bu İşe gitmeden önce mutlaka Kuğugölü’nün eşsiz ritmiyle kendini bulmak zorunda’’ diyerek ses çıkartmadım. Ama Kuğugölü çalarken birkaç kişinin bir ki üç dört - bir ki üç dört demelerine pek bir anlam veremedim.
Ertesi gün, daha ertesi gün, daha da ertesi gün... Yani anlayacağınız her gün mütemadiyen sabahın yedisinde çalınan Kuğugölü ve beraberinde söylenilen bir ki üç dört - bir ki üç dört nameleri iyice dikkatimi çekmeye başladı. Serde gazetecilik var ya, araştırmacı gazetecilik damarlarım kabardı. Bir sabah saat tam yedide kalkıp pencereden dışarı baktım.  
Aaa bir de ne göreyim bizim yayınevinde çalışan ne kadar insan varsa hepsi binanın önüne dizilmişler. Kuğugölü eşliğinde, ellerini bir balerin edası ile bir aşağı bir yukarı hareket ettirip duruyorlar. Yayınevinin sekreterlerinden editörlerine, sayfa sorumlusundan genel müdürüne kadar yayın grubunda kim çalışıyorsa herkes eksiksiz sabah sporunda. Yetmiş yaşlarında görülen yayınevinin sahibinin verdiği Bir ki üç dört komutları eşliğinde egzersiz yapıyorlar.  
Tabii durur muyum ertesi gün saat tam yedide eşorfmanlarımı giyip binanın kapısında hazır oldum. Benim de gazeteci olduğumu öğrenince sabah sporuna katılmama izin verdiler. Bundan kelli artık ben de her sabah yedide kalkıp komşu yayınevi personeli ile beraber sabah sporu yapıyorum. Hem artık bu işi ben çok sevdim Ankara'ya döndüğümde bu işin yaygınlaşması için Hürriyet Yönetimine dilekçe vereceğim.  
Düşünsenize ne hoş olur, sabahın yedisinde (tamam hadi sırf sizin hatırınız için sekiz olsun) sabahın sekizinde Cinnah Caddesi’nde Hürriyet binasının tam önünde ünlü yazarlar, Emin Çölaşan, Bekir Çoşkun Mümtaz Sosyal ve Kurthan Fişek ile tüm muhabir takımı ve diğer görevliler sabah sporu yapıyorlar. 
Tabii sabah sporu illa Kuğugölü Balesi eşliğinde yapılacak diye bir zorunluluk yok. Biz de alıştığımız gibi yaylalar şarkısı eşliğinde yaparız.  
Özgürlük heykeli
Tamam artık Tokyo'nun da bir özgürlük heykeli var. New York'un olur da Tokyo'un olmaz mı? Hem Japonların özgürlük heykeli Amerikalıların heykelinden daha görkemli görünüyor. Japonlar yeni özgürlük heykellerini şehrin en seyirlik yerine O daiba bölgesinde denizin doldurulması sonucu elde edilen topraklarda yapılan elektronik harikası binaların arasına yerleştirdiler.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacgues Chirac 44. kez evet yanlış okumadınız kırkdördüncü kez Tokyo'ya gelmesi nedeniyle bu heykeli bir yıllığına Japonlara hediye etti. Gerçi Fransız yetkililer, bu gerçeği gizleyebilmek için, bu yılın Japonya'da Fransa yılı olarak kutlanacağı gerekçesiyle bu yılı simgelemesi açısından heykelin Japonya'ya getirildiğini söylüyorlar ama siz onlara bakmayın işin aslı benim dediğim gibi. Bir devlet adamı 20 yıl içinde 44 kez bir ülkeye giderse, sonunda vereceği hediyenin ebatları da bu kadar büyük olur.  
Özgürlük heykelinin orjinali New York limanında ve uzunluğu standıyla birlikte 92 metre. 1776 yılında Fransızlar tarafından yaptırılıp Amerika'ya hediye edilmiş. Bu tonlarca ağırlığındaki hediyenin altında ezilmek istemeyen Fransa'da yaşayan Amerikalılar da özgürlük heykelini yapan sanatçıya bir kopyasını yaptırarak tekrar Fransızlara hediye etmişler. Gerçi Amerikalıların yaptırdığı heykel orjinalinden birkeç metre küçük ama olsun o da kadar kusur kadı kızında da olur . 
Paris’in simgesi olan Eyfel Kulesi’nin 4 metre uzun bir kopyası zaten senelerdir Tokyo'nun merkezinde yer alıyordu. Şimdi Paris’te Eyfel Kulesi’nin karşısında duran Özgürlük heykeli de Tokyo'ya geldi ve görüntü tamamlandı. Gerçi yer yokluğundan iki anıt Tokyo’da karşılıklı duramıyor, ya neyse aynı kentte olmaları bile yeter.  
JAPON SÖZÜ  
...Omoeba omowareru  
...Sevginin tek karşılığı sevgidir.
5 Eylül 1998, Pazar KORNA ÇALANI VURURUM
Bakın son kez söylüyorum bir daha gereksiz korna çalanı, olur olmadık zamanlarda boğazını temizleyip, yerlere tüküreni, yemek yerken ağzını şapırdatanı, yemekten sonra geğireni, topluluk içinde yüksek sesle gaz çıkaranı vuracağım ona göre. İyi ki bir kaç günlüğüne memleketinize geldik. Ne kadar marifetiniz varsa hepsini aynı anda göstermek zorunda değilsiniz. Arayı biraz soğutarak marifetlerinizi sıralarsanız daha makbule geçer.
Bakın son kez söylüyorum bir daha gereksiz korna çalanı, olur olmadık zamanlarda boğazını temizleyip, yerlere tüküreni, yemek yerken ağzını şapırdatanı, yemekten sonra geğireni, topluluk içinde yüksek sesle gaz çıkaranı vuracağım ona göre. İyi ki bir kaç günlüğüne memleketinize geldik. Ne kadar marifetiniz varsa hepsini aynı anda göstermek zorunda değilsiniz. Arayı biraz soğutarak marifetlerinizi sıralarsanız daha makbule geçer.
Yok yok, yanlış anlamayın Japonlardan bahsetmiyorum. Benim derdim Çinlilerle. Önce muhabir sonra yazar olduğum için tatil öncesi, Pekin’e bir uğrayıp, Asya’nın merkezinde neler olup bittiğini göreyim dedim. Ama burnumdan geldi. İkibinli yıllarda bölge liderliğinden bahseden Çinliler, Pekin’e modern bir kent görüntüsü kazandırmışlar. Kente modern bir kimlik kazandırmışlar kazandırmasına ama, kendilerini aynı ölçüde modernleştirememişler.
Bir de yemek yerken, çok gürültü yapıyorlar diye Japonlara kızıyordum. Meğer günahlarını almışım. Çinlileri gördükten sonra, bir daha Japonların yemek yemelerine karışmamaya karar verdim. Sesli mesli yiyorlar ama hiç olmazsa ikidebir boğazlarını temizleyip yerlere tükürmüyorlar.
Pekin sokaklarında yere bakarak yürümekten etrafımı göremedim. Yerlerdeki tükürüklere basmamak için parmaklarımın ucunda bir oraya bir buraya zıplamaktan canım çıktı. Yok canım bu yaştan sonra balerin olunmayacağını biliyorum. Sokaklarda ancak bir parmak ucu basabilecek kadar temiz yer kaldığı için öyle yürümek zorundayım.
Haa bunun yanında yaşanılan ezilme tehlikesi de cabası. Sokak aralarında bile karşıdan karşıya geçmeye korkar oldum. Kendimi neden sakınacağımı bilemiyorum. Sanki lunaparkta çarpışan araba pistinde yürüyorum. Tam ‘‘yaşasın bu arabadan da kurtardım’ derken, bir bakıyorum son sürat bir bisikletli üzerime doğru geliyor. Kibar bir kıç hablesi ile bisikletliyi atlatıyorum, bu sefer kocaman el arabası ile bir seyyar satıcı. Bir göbek oyunu ile seyyar satıcıyı da atlatıyorum. Ama dertler bitmiyor ki, bu sefer de yayalar gelip insana çarpıyor.
Birkaç kişi elimde kalacak ama dua etsinler ki çok kalabalıklar. Bir türlü kimden başlayacağıma karar veremiyorum. Bir karar verebilsem ben ne yapacağımı biliyorum ama...
Gerçekten Konniçiwa
Size bir merhaba diyebilmek ve yaz dönemi çalışmalarımın ikinci kısmını tamamlamak üzere Türkiye’de bulunuyorum. Tamam tamam hemen itiraz edip adamı yalancı durumuna düşürmeyin. Doğru ben bu yazıları yazarken henüz Türkiye’de değilim, ama siz bu yazıları okurken Türkiye’de olacağım. Ben de kendi köşe yazımı gazetede yayınlandığı gün sizlerle aynı zamanda okuyabileceğim.
Ne yapayım zorla mı, oldum olası başka köşe yazarlarının fikirlerine pek önem vermem. Bu yüzden de kendi yazılarımdan başkasını pek okumam. Eh bu okuma aşkım nedeniyle de, kendi yazımın çıktığı günü iple çekerim.
Siz benim yazılarımı cumartesi günü okuyorsunuz ama, cumartesi günü yayınlanan gazete Tokyo’ya ancak Çarşamba günü ulaştığından ben kendimi Çarşamba günleri okuyabiliyorum.
Gerçi arkadaşlar sağolsun, daha prova baskılar sırasında gazetede çıkacak olan yazıyı bana fakslıyorlar ama olsun, gazetede okumak insana ayrı bir keyif veriyor. Hem usta karikatürist Bülent Çelik’in çizdiği karikatürler yazıya ayrı bir renk katıyor.
Neyse yine konuyu dağıttık, sonunda ben de kendi yazımı sizlerle beraber okuyacağım. Hem artık müsaade ederseniz gül yüzünüzü de bir görmek istiyorum. Gerçi gönderdiğiniz e-mail’lerden sizleri tanıyorum, ama okuyucu denilen şey neye benziyor bu konuda pek bir fikrim yok.
Bu yüzden yaz dönemi çalışmalarım sırasında Türkiye’de bulunduğum üç hafta süre içinde her Cumartesi bir ilde sizlerle beraber olacağım. İzmir, Ankara ve İstanbul D&R Bookstore’larda kitaplarınızı itina ile imzalayacağım.
Unutmayın, bugün saat 17 30'da Ankara D&R Bookstore’da sizleri bekliyorum.
KEİKO
Ev sahibi uzun zamandır kirasını ödemeyen Keiko’nun kapısına dayanır ve ‘‘Ya kirayı bugün verirsiniz, ya da yarın evi boşaltırsınız’’ der.
Evsahibinin bu zamansız çıkışına bir anlam veremeyen Keiko, biraz heyecanlı ‘Ama sizin de bir dediğiniz, bir dediğinizi tutmuyor. Daha geçen hafta yine benden kirayı istemeye geldiğiniz gece sizinle yemeğe çıkmıştık, arkasından da biryerlere gidip dans etmiştik. Uzun bir gecenin ardından sizin balkonda güneşin doğuşunu seyrederken ‘bu gece üç aylık kiraya bedeldi' diyen siz değil miydiniz kuzum?'' der.
11 Temmuz 1998 ÖĞRENCİLERİN BAŞARISI 
Öğrenciler baktılar Türk Japon ilişkilerini geliştirebilmek için büyüklerden hayır yok, ‘‘bari kendi işimizi kendimiz görelim deyip’’ işe koyuldular. Kendi çaplarında çok büyük işler başarmıyor da değiller. Öncelikle Japonya'da bulunan tüm Türk öğrencileri bir çatı altında birleşerek, ‘‘Japonya'da Türk Öğrenci Derneği'ni kurdular. Kendi aralarında birlik oluşturup Türk öğrencilerin Japonya'da karşılaştıkları sorunları çözmeye çalışıyorlar. Japonya ile ilgilenen Türk öğrencilere eğitim imkanları konusunda yol gösteriyorlar. Yapmaları gerekenleri tek tek sıralıyorlar. Bu amaçla bir de Web sayfası oluşturmuşlar. Kendi imkanları ile hazırladıkları internet sayfasında öğrencileri ilgilendiren tüm bilgiler var. http://www.angelfıre.com/ ms/turkiyejp adresinde sizlerin sorularınıza cevap vermeye çalışıyorlar.
Öğrenciler baktılar Türk Japon ilişkilerini geliştirebilmek için büyüklerden hayır yok, ‘‘bari kendi işimizi kendimiz görelim deyip’’ işe koyuldular. Kendi çaplarında çok büyük işler başarmıyor da değiller. Öncelikle Japonya'da bulunan tüm Türk öğrencileri bir çatı altında birleşerek, ‘‘Japonya'da Türk Öğrenci Derneği'ni kurdular. Kendi aralarında birlik oluşturup Türk öğrencilerin Japonya'da karşılaştıkları sorunları çözmeye çalışıyorlar. Japonya ile ilgilenen Türk öğrencilere eğitim imkanları konusunda yol gösteriyorlar. Yapmaları gerekenleri tek tek sıralıyorlar. Bu amaçla bir de Web sayfası oluşturmuşlar. Kendi imkanları ile hazırladıkları internet sayfasında öğrencileri ilgilendiren tüm bilgiler var. http://www.angelfıre.com/ ms/turkiyejp adresinde sizlerin sorularınıza cevap vermeye çalışıyorlar.
Bir ikinci güzel haber ise Ankara'dan geldi. Bana çok sevimli bir e-mail gönderen Filiz Sengil asrın organizasyonunu haber veriyor. Türk Japon Vakfı üyesi Türk öğrenciler, bir grup Japon üniversite öğrencisini Türkiye'de ağırlayıp, onlara Türkiye hakkında bir dizi konferanslar vereceklermiş. Her sene düzenli olarak, bir yıl Türkiye'de, bir yıl Japonya'da yapılan konferansların tüm masraflarını ise davet eden taraf karşılıyormuş.
Tahmin edeceğiniz gibi bizimkiler tüm iyi niyetli çalışmalarına karşılık, yine ‘‘ödenek yokluğu sorunu’’ ile karşı karşıya kalmışlar. Çocuklar misafirlerinin yurt içindeki yol ve konaklama gibi masraflarını karşılayacak sponsor firmalar arıyorlar.
Japonya ile iş yapmayı düşünen firmalar, hadi bakalım harekete geçin. Size ikili ilişkilerinizi geliştirme fırsatı çıktı. Unutmayın bugünün üniversite öğrencileri, yarın büyük şirketlerin yöneticileri olarak karşınıza çıkacak. Şimdiden onlara Türkiye'yi sevdirip kendinizi tanıtırsanız, yarın ikili ilişkilerinizi daha rahat kurarsınız. Şimdi hemen, ‘‘Ankara 467 10 06’’ numaralı telefonu arayın ve Filiz Sengil ile ayrıntıları görüşün.
Nar ne işe yarar
İşte size tam 10 puanlık uzmanlık sorusu: ‘‘Nar ne işe yarar?’ Evet evet, hani çarşıdan bir tane alınıp eve gelince bin tane olan nardan bahsediyorum. Neyse düşünmenize gerek yok nasıl olsa bulamayacaksınız. O yüzden ben söyleyeyim de siz de rahatlayın ben de... Nar; bayanların gögüslerinin büyümesine yarıyormuş. Öyle acaip acaip yüzüme bakmayın. Ben de Japon gazetelerinin yalancısıyım. Nar'ın muhteşem işlevi ile ilgili çıkan yazıyı Tokyo Büyükelçiliği Basın Müşavirliği'nde çalışan, aynı zamanda da Tokyo Üniversitesi'nde, ‘‘Yerel yönetimler’’ konusunda doktora çalışmaları yapan Selim Gülenç gösterdi.
Meğer göğüslerinin küçük olmasından şikayetçi olan Japon kadınları göğüslerini büyütebilmek için nar kullanıyorlarmış. Nar pazarlamacıları da uyanık ya, nar'ın bu işe yaradığını tespit edince, narları 100 gramlık paketler halinde ‘‘ezme’’ olarak satmaya başlamışlar. 100 gramlık bir kutu nar ezmesinin fiyatı yaklaşık 100 dolar. Eğer iki kutu birden alırsanız, firma size yüzde 10 oranında bir indirim yapıyor.
Gerçi Japon bayanlara baktığımda şimdilik narların pek işe yaradığı söylenemez ama çıkmadık candan umut kesilmez. Bence seçtikleri nar türü yanlış. Bir de Türk narını denemeleri lazım.
JAPON FIKRASI

Keiko, son günlerin modasına uyarak düğününü katolik kilisesinde yapar. Nikah töreni sırasında papaz gelenekler gereği yüksek sesle tüm davetlilere sorar:

‘‘Bu evliliğe rıza göstermeyen var mı?’

Ön taraftan bir mırıltı duyulur ‘‘Ben...’’
Keiko, hışımla döner ve ‘‘Sana sormuyorlar, sen damatsın’’ der.
15 Ağustos 1998, Cumartesi İntihar
  
Japonlar kadar intihara meraklı bir toplum görmedim canım. Ülkede herşey intihar nedeni. Çok üzülür intihar eder, başarısız olur intihar eder. Biraz abartılı olacak ama neredeyse çok sevinenler bile, ‘‘Ulan ben niye bu kadar çok sevindim acaba bende bir acayip mi var?’’ deyip intihar edecek.
Hatta verdiği sözü yerine getiremeyenler bile utançlarından intihar ediyorlar. Yok efendim söz verildiği zaman mutlaka yerine getirilmeliymiş. Söz yerine getirilmediği zaman zedelenen onur ancak ölümle temizlenirmiş.
Falan Filan.
Allah muhafaza, bizde verdikleri sözleri yerine getirmeyenler intihar etmeye kalksaydı,ülkenin yarısından fazlasının telef olması gerekirdi.
Dünya literatürlerine, intihar ile ilgili ‘‘Harakiri’’ ve ‘‘Kamikaze’’ gibi çok önemli iki kelime bile sokmak kolay değil tabii.
Harakiri, Japoncada ‘‘karınkesme’’ anlamına geliyor. Samuraylar intihar etmek istediklerinde, dizlerinin üzerine çöküp uzun kılıçlarıyla karınlarını kesiyorlarmış. Aman yanlış anlamayın, öyle karnıyarık yapılacak patlıcanlar gibi yukarıdan aşağıya değil, soldan sağa doğru. O kadar çok Samuray karnını kesmiş ki sonunda, ‘‘Harakiri yapmak’’ bir fiil olarak dünya literatürlerine girmiş.
Kamikaze ise tam olarak ‘‘Tanrı Rüzgarları’’ anlamına geliyor. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında güdümlü füze rolü oynamaya meraklı Japon pilotların Amerikan hedeflerine karşı İntihar saldırıları düzenlemeleri nedeniyle ‘‘kamikaze pilotu’’ da bir deyim olarak literatürlere girmiş.
Japonlar, Harakiri ve Kamikaze'yi dünyaya kabul ettirmişler ama artık kendileri pek uygulamıyorlar. Şimdilerde moda, tren önüne atlamak. Gerçi bu geride kalanlara biraz pahalıya mal oluyor ama...
Japonya'da tren yollarına atlayarak, intihar etmek moda olunca, önüne gelen kendini tren altına atmaya başlamış. Her intihar tren seferlerini en az 2-3 saat aksamasına neden oluyormuş. Tren yolu işletmecileri önceleri bu işe pek seslerini çıkartmamışlar. Acılı ailelere bir darbe daha vurmamak için zararı sineye çekmişler. Ama bakmışlar intiharların ardı arkası kesilmiyor, önlem alınmazsa iflas edecekler, hemen mahkemeye başvurup intihar edenler hakkında tazminat davaları açmışlar.
Mahkemeler, tren yolu işletmelerini haklı bulunca, intihar edenlerin mirasçıları, tren işletmecilerine tazminat ödemeye başladılar. Öyle küçük bir tazminat zannetmeyin. Trenlerin saatte taşıdıkları yolcu sayısına göre hesaplanan bu tazminatlar, yerine göre 30 bin doları bulabiliyor.
Yalancının mumu
Oh olsun, hiç acımadım sana. Bir de gazeteci geçiniyorsun. Madem asparagas yapacaksın, biraz dikkatli olsana. İnsan hiç düşünmez mi. Yaz günü, hazır haber olmadığı için kendi haberini kendin yaratmak zorundasın. Tamam buna bir diyeceğim yok. Zaman zaman biz de böyle haberler yaparız. Ama herşeyin bir yolu yordamı var canım.
Aslında çok iyi bir konu seçmişsin. Tüm dünyada yaşanan kavurucu sıcaklar nedeniyle gazetelerin ilgileneceği en güzel haber, hava sıcaklığı ile ilgili haberler. Yaz bir sıcak hava haberi, hemen yayınlanır. Eh farkını gösterebilmek için, ağustos böceklerinden yola çıkarak bir haber yapmışsın. Bu da güzel.
Peki o kadar çok ağustos böceğinin, bir ağacın gövdesinde bu kadar düzenli bir şekilde duramayacağını hiç mi düşünmedin? Haber yapmak aşkı ile ne kadar ağustos böceği varsa, asker gibi sıra sıra bir ağacın gövdesine yapıştırıp fotoğraflarını çekmişsin. Fotoğraf altına da, ‘‘Sıcaklar çıldırtıyor. Sıcak hava nedeniyle ağustos böcekleri bile uçamıyor. Böcekler buldukları ağaç gölgesinde, havanın serinleyeceği akşam saatlerini bekliyorlar’’ diye yazmışsın.
Editörleri atlatmışsın ama, okuyucu aptal değil. O kadar böceğin bir arada bu kadar düzenli bir şekilde duramayacağını, bu işte bir iş olduğunu hemen anlamış ve gazeye telefon etmeye başlamış. Sonunda editörler fotoğrafa tekrar bakmışlar ve okuyucuların haklı olduğunu görüp, bir basın toplantısı düzenleyerek okuyucudan özür dilediler.
Eh, Okinawa Adası’nın en çok okunan gazetesi olan Ryukou Shimpo gazetesi olarak kolay değil. Gazete yönetimi itibarlarını koruyabilmek için haberi yapan muhabirin en ağır şekilde çezalandırılacağını da sözlerine eklediler. Akılsız başın cezasını ayaklar çeker. Asparagas'ın bile bir raconu var canım.
KEİKO

Kalabalık bir davette yakışıklı genç, Keiko'nun yanına gelir ve kulağına,

‘‘O dünyalar güzeli kızkardeşi olan hanımefendi sizsiniz, değil mi?’’ diye fısıldar.
Keiko, genç delikanlıya küçümseyerek bakar ve ‘‘Hayır ben değilim, kızkardeşim’’ der.
22 Ağustos 1998, Cumartesi YABANCILAR GİREMEZ
Eh sonunda olacağı buydu. Gece kulüpleri, ayıp hamamlar, sokak galerileri, derken, sonunda yüzme havuzlarını da yabancılara kapattılar. Ben size Japonlar, yabancıları pek sevmezler, onlarla beraber olmaktan pek haz duymazlar diyordum da inanmıyordunuz. Alın size ispatı. Bakın gördünüz mü? Ayrımcılığı o kadar ileri safhaya götürdüler ki, artık halka açık yüzme havuzlarına bile yabancıları almıyorlar.
Ben de gazetelerin yalancısıyım, ülkenin en büyük gazetesi Yomiuri yazdı da oradan öğrendim. Gunma şehrinin güneyinde bulunan küçük Azamamura kasabasında, yerel yöneticiler şehirde yaşayan yabancıların yüzme havuzlarına girmelerini yasaklamışlar. Bu yasaklamayı da havuzun kapısına astıkları kocaman bir levha ile duyuyorlar.
Neymiş efendim, havuz içerisinde çocuklar, sürekli olarak yabancılar tarafından taciz ediliyormuş, çocuklar bu yüzden havuzlara girmekten korkar olmuşlar, polis de suçluyu yakalayamadığı için, şehir yönetimi yabancıların havuza girişini yasaklamak zorunda kalmış. Aslında ayrımcılık yapmak gibi bir niyetleri yokmuş. Olayın da ayrımcılık olarak algılanmamasını istiyorlarmış.

Alın bakalım, özürleri kabahatlerinden büyük. Ayrımcılık yapmak gibi bir niyetleri yokmuşmuş. Şimdi ben sırf yabancı olduğum için o havuza giremiyorsam, bunun adı ayrımcılık değil de nedir. Birisi suç işledi diye, diğer yabancılar da aynı suçu işleyecek değiller ya.

Zaten anlayabilmiş değilim, ülkede tüm yabancılara potansiyel suçlu gözü ile bakmak gibi bir anlayış var. Kim olursanız olun, konumunuz ne olursa olsun, Japonlara göre her an bir suç işleyebilirsiniz.

Sanki kendileri sütten çıkmış ak kaşık. Hem suçlu yakalanmadı diye havuzu tüm yabancılara kapatmak da ne oluyor. Bu mantıkla Japonların da trenlere alınmaması lazım. Şimdi bazı kendini bilmezler tren içinde genç kızlara cinsel tacizde bulunuyorlar,polis de suçluları yakalayamıyor diye trenler Japonlara yasaklansa iyi mi olur?

Teknolojik röntgen

Bundan sonra röntgenciler de, teknolojinin nimetlerinden yararlanacaklar. Artık öyle ağaç tepelerinde tüneyip, evlerin camlarını gözetleme devri kapandı. Baksanıza Sony firması gece görüş dürbünlerinde kullanılan mantıktan hareketle insanları çıplak gösteren kamera yapmış.

Yapmış diyorum, çünkü doğrusunu söylemek gerekirse böylesine önemli bir haberi ben atlamışım. Yaz dönemi çalışmalarına başlamama çok az kaldığından bir rehavet içine girmiş olmalıyım ki, Sony tarafından yeni icat edilen video kameraları farketmemişim. Allahtan sevgili dostum Erdoğan Kök taa Danimarka'lardan beni uyardı da, böylesine önemli bir haberi son anda yakalayabildim. Eh ne de olsa ilgi alanlarımız ortak.

Yeni kameralar insanı çıplak gösterdiği için, video çekimleri sırasında giyilen kıyafetlerin hiç bir önemi de kalmıyor. Artık, ‘‘ ‘dur! Üstümü başımı bir düzelteyim. Aman böyle çekme üstüm başım hiç iyi değil’’ gibi uyarılar tarihe karışıyor. Çünkü yeni kamera elbiseleri görmüyor. Sadece insan vücudunu gösteriyor. Gerçi görüntü kalitesi şimdilik çok iyi değil ama bu ilerde daha mükemmel olmayacağını göstermez.

Bu teknoloji en çok bizim magazin basının işine yarar. Artık magazin şefi olacak acımasız adamlar, ünlüleri, ‘‘Yağlarıyla yakaladık’’ başlıkları atabilmek için muhabir çocukları lüks otellerin havuzlarında, veya tatil yörelerinin kalabalık plajlarında tek kare fotoğraf uğruna telef etmekten vazgeçerler. Alırlar bir kamera olur biter. Kimi çıplak görüntülemek istiyorsan bas düğmeye olsun bitsin.

Aslında beni bu son gelişmelerden haberdar eden Erdoğan'ın neyi merak ettiğini ben çok iyi biliyorum. Tokyo'dan ayrılmadan önce beraber aldığımız video kameraların da aynı işlevi görüp göremeyeceğini merak ediyor. Ama bu şimdilik imkansız görünüyor. Bence yeni kameraları almak için henüz erken, beklemekte yarar var. Yarın birgün aynı teknolojiyi kullanarak, güneş gözlüğü falan yaparlar. Neme lazım.

Akıl hastanesinin genç hemşiresi Keiko, koşarak başhekimini odasına girer ve ‘‘Efendim dışarda bir adam var ve hastaneden bir hastanın kaçtığını iddia ediyor’’ der.

Doktor, ‘‘Bunu da nerden çıkartmış sabah sayımlarını yaptık herkes tamamdı’’ diye konuşur.
Keiko heyecanla devam eder, ‘‘Ama efendim haklı galiba, adamın birisi karısını kaçırmış, Adamcağız da ‘benim karımı ancak bir deli kaçırır' diyor. Benim tanıdığım kadarıyla pek de haksız sayılmaz’’.
29 Ağustos 1998, Cumartesi TOKYO'YA VİZE KONSUN
Gelmeyin efendim gelmeyin. Ne işiniz var? Hadi geliyorsunuz, bari parça parça gelin. Tokyo büyük şehir ama zannettiğiniz gibi, 2000 yeni aileyi barındıracak kadar büyük değil. Bakın bir anda geldiğiniz için tüm şehir felç oldu. Bana ne canım, ne için gelirseniz gelin. Tokyo Disneyland büyütülecek, daha eğlenceli hale getirilecek diye niye ben zorluk çekeyim?
İşte gördünüz mü? Sonunda olanlar oldu. Amerikalı patronlar, Tokyo Disneyland‘ın yenilenerek, genişletilmesi projesinde çalıştırmak üzere, 2000 personeli aynı anda Tokyo‘ya gönderince, sınırlı sayıda yabancıya göre ayarlanmış tüm sistemler altüst oldu. Sanki herkesin yapacağı iş acilmiş gibi, hepsi bir anda gelince, sorunlar iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı.
Şehir merkezinde yabancıların oturabileceği batı standartlarında inşa edilmiş, geniş salonlu evlerin kiraları bir anda iki katına yükseldi. Emlakçılar alışılmadık talep nedeniyle, müşteri seçmeye başladılar. Ev sahipleri, evlerini kiralamak lütfünde bulundukları için kiracılardan zorla aldıkları teşekkür parası oranını iki katına çıkarttılar.
Yabancılara yönelik satış yapan oto galerilerde ikinci el araba fiyatları, inanılmaz fiyatlara yükseldi. Batı tarzı yiyecek içecek satan dükkanlar bu kadar müşteriyi bir anda görünce dayanamayıp, her gün zam yapmaya başladılar.
İngilizce eğitim veren ve denkliği tüm dünya eğitim sistemleri tarafından kabul edilen uluslararası okullar, sınıflarındaki öğrenci sayılarını 20‘den 40'a çıkartmalarına rağmen gelen aşırı talepleri karşılayamadılar.
Gerçi para harcamaya hazır 2000 yabancı ailenin Tokyo‘ya gelmesi durgun iç piyasalara bir hareketlilik getirdi ama olan Tokyo'da yaşayan diğer yabancılara oldu. Japon sisteminde görülen uyumsuzluklar nedeniyle, zaten çok zor olan hayat şartları, yabancı sayısının bir anda artması üzerine iyice ağırlaştı.
Bakın son kez söylüyorum. Size gelmeyin demiyorum, ama hiç olmazsa teker teker gelin canım. Bakın sonra Tokyo‘ya da vize koyacaklar.
Bu nasıl din
Aaaa bu ne canım. Sıkıldım artık. Yaptığım tüm araştırmalar sonuçsuz kaldı. Bu Japonların neye inandıklarını anlayabilmiş değilim. Herkes herşeye inanıyor. Ülkede kim budist, kim şintoist belli değil. Şinto tapınaklarının içinde budist mabetler, budist tapınakların içinde küçük şinto mabetler var. İnsanlar Budist tapınaklara gittiklerinde, Şinto tanrılarına da dua ediyorlar. Artık kim dualarını yerine getirirse.

Ülkede yapılan istatistiklere göre çeşitli dinlere inananların sayısı ülke nüfusundan 90 milyon daha fazla. Yani buradan da anlaşılıyor ki, bir kişi aynı anda iki dine birden inanabiliyor.

Japonlara sorarsanız onlar bu işi, ‘‘Biz Japonlar şinto doğar, hıristiyan evlenir, budist ölürüz’ diye açıklıyorlar. Aslında çok da yanlış değil. Adamların din adına inandıkları birşey yok. Tüm dinlerin törensel yanlarını biraraya getirerek, kendilerine bir din yaratmışlar. Şinto dininde doğum törensel, budizmde de ölüm. Eh kilisede yapılan evlilik törenlerinin de ayrı bir havası var. Gördünüz mü işte, alın size üç dinli bir yaşam.

Kendilerince bunun adını da koymuşlar. Bu çok dinli yaşama ‘‘Dinler Sentezi’’ deyip çıkıyorlar işin içinden. Aslında Japonlar din yerine Japonluk ruhunu temel alan milliyetçi Japon kültürüne inanıyorlar. ‘‘Nihon no Tamashi’ denilen Japonluk ruhu ülkede tüm dini inaçların yerine geçiyor.

Yani işin aslı Japonlar din olarak kendilerine inanıyorlar. Japonluğun gelişimi için gösterdikleri çabayı ibadetten sayıyorlar.

JAPON FIKRASI

Keiko sabah vizite öncesi hemşireye sorar, ‘‘Durumda bir değişiklik var mı?’’ Hemşire, Keiko'ya döner ve sakin bir şekilde, ‘‘Yok doktor hanım, her zamanki gibi bu hastanız da öldü’.
JAPON SÖZÜ
...AİTE NO NAİ KENKA GA DEKUNİ

...RAKİP BULAMAZSAN KAVGA EDEMEZSİN

24 Ekim 1998 TÜRK MARŞI VE TUNA VALSİNİ BİR DE MEHTERDEN DİNLEYİN

 

Buyur burdan yak. Herşey aklıma gelirdi de Tuna Valsi'ni ve Mozart'ın meşhur Türk Marşı'nı mehteran yorumu ile dinleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Mehter takımının Türk Marşı ve Tuna Valsi'yle ne gibi bir alakası olduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Ama bu konuda size yardım edemeyeceğim, çünkü ben de merak ediyorum.
  
Hadi Türk Marşı neyse, Mozart bu marşı bizim yeniçerilerin savaşa gidişlerini anlatmak için bestelemiş bu yüzden Türk Marşı eşliğinde savaşa gitmek acaip olmayabilir. Ama Tuna Valsi eşliğinde savaşa giden yeniçerilerin halini düşünmek bile istemiyorum.

Ama ne yapayım elimde değil, düşünmeden de edemiyorum. Düşünsenize yeniçeriler bir şehri kuşatmışlar, tüm hazırlıklar tamam, mehteran bölüğü Tuna Valsi'ni çalıyor ve pala bıyıklı iki yeniçeri vals yapılyor. Bir ki üç dört, bir ki üç dört.

Savaş ortamında biraz acayip kaçabilir ama Tuna Valsi ile Mozart'ın Türk Marşı da bir mehteran bölüğü tarafından trampet, zil, davul ve kös ile ancak bu kadar güzel çalınabilir. İster inanın ister inanmayın hiç abartmıyorum.

Kashiwazaki Türk Kültür Köyü'nün davetlisi olarak bir dizi konser vermek için Japonya'ya gelen Kültür Bakanlığı Mehter Takımı, Tokyo konserleri sırasında klasik mehter marşlarının yanı sıra Tuna Valsi ve Türk Marşını da seslendirince hayretten küçük dilimi yuttuğumu zannettim. Gerçi biraz yorum farkı vardı ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur.

Zaten bu hafta şansım Mehter'den açıldı. Tokyo Turizm Ataşesi Öznur Hasbıyık'ın davetlisi olarak gittiğim Türk yemekleri festivalinde Mehter Marşları eşliğinde akşam yemeği yedim.

Evet mehter marşları eşliğinde akşam yemeği yedim, ne olmuş yani fasıl niyetine mehter marşı. Hatta bir ara Hasan Mutlucan'ın kahramanlık türküleri bile çalındı. Mehter eşliğinde yemek yemek hiç de fena olmuyormuş aslında ama bu kadar kahramanlık türküsü insanın militarist duygularını kabarttığı için savaşır gibi yemek yiyorsunuz.

Şiş kebabı elinize aldığınızda Hasan Mutlucan'ın ‘‘yine de şahlanıyor aman’’ diye başlayan kahramanlık hikayeleri yüklü türküsünü duyduğunuzda kebapları yedikten sonra elinde kalan şişi batıracak bir düşman arıyorsunuz.

Vallaa ne yalan söyleyeyim, geçen hafta Yabancı Basın Merkezi'nin Tokyo'da yaşayan yabancı gazeteciler ile Japon işadamları ve ekonomi bürokratlarını tanıştırabilmek için düzenlediği kokteylde bana kötü kötü bakan Suriye'li diplomat, Hasan Mutlucan'ın türküleri eşliğinde yemek yediğim Miyako Otel'de karşımda olsaydı olacaklardan sorumluluk kabul etmezdim.

Gerçi Suriyeli diplomat arkadaşın yabancı gazetecilerle tanışmak gibi bir şansı olmadı. Çünkü yakamdaki kartı görüp de benim Türk olduğumu anladıktan sonra tüm kokteyl sırasında bana kötü kötü bakmaktan tanışmaya bir türlü fırsat bulamadı.

Bir ara mehter takımının çaldığı Tuna Valsi eşliğinde Suriyeli diplomatı valse davet ettikten sonra, Türk marşı eşliğinde kovalayıp, Hasan Mutlucan'ın kahramanlık türkülerini dinleyerek katletmeyi düşündüm ama iki ülke arasında bu kadar sorun varken bir de ben sorun olmayayım diye vazgeçtim.

Keiko

Keiko hergün çalıştığı restorandan akşam eve dönerken, çöp kutusundaki büyük istakoz kabuklarını bir torbaya koyup yanına alıyordu. Keiko'yu gören restoranın sahibi bu davranışa bir anlam veremeyince Keiko'yu çağırıp sordu. ‘‘Keiko, uzun zamandır seni izliyorum. Her akşam aldığın bu kabukları ne yapıyorsun?’’

Keiko biraz utanarak cevap verir ‘‘Kabukları bizim çöp kutusuna koyuyorum ki, bizim çöpün seviyesi yükselsin.’’.
21 Kasım 1998, Cumartesi BİRAZ İLGİ LÜTFEN
Yaklaşık 5 senedir Japonya'dayım ve birkaç ay sonra görevimi tamamlayıp Türkiye'ye döneceğim. Ama hala binlerce Japonun ‘‘Siz Asyalı mısınız? Yoksa Avrupalı mı?’’ sorusuna kesin bir cevap veremiyorum. Gazetemin Uzakdoğu temsilcisi olduğum için defalarca gittiğim Çin, G.Kore, Tayvan, Tayland, Hong Kong ve diğer bir çok Asya ülkesinde de benzer sorularla karşılaştım. Ama hiçbirine net bir cevap veremedim.
Her zaman Türk dış politikasına uygun ‘‘Biz Avrupa ile Asya arasında bir köprüyüz, hem Avrupalıyız hem de Asyalıyız’’ gibi uyduruk bir cevap verdim ama hiç inandırıcı olmadığımın farkındayım.
Başta Japonya olmak üzere tüm Asya ülkeleri, bölgenin önemli gücü olan Türkiye'den net bir cevap bekliyor. Biz Asyalı mıyız yoksa Avrupalı mı?
Avrupa'nın belirli nedenlerden dolayı bizi aralarına kabul etmeyeceği bir gerçek. İşte PKK çetesinin başı, bebek katili Apo'ya karşı takındıkları tutum ortada. Sadece bu değil, daha birçok konuda Türkiye'nin önüne en büyük engeller Avrupa ülkeleri tarafından çıkartılıyor.
Dünyada Avrupa dönemi bitiyor. 21'nci yüzyıl Asya'nın olacak. Başta Asya liderliğinden Dünya liderliğine doğru hızla yol alan Japonya başta olmak üzere, Asya ülkeleri 21. yüzyıla damgalarını vuracaklar.
Ama biz hala Asya'nın bu gücünü görmezlikten geliyoruz. Türkiye Asya'ya sırtını dönmüş durumda. Varsa yoksa Avrupa.
Sorarım size hangi Avrupa ülkesini bir seneye yakın bir süre büyükelçisiz bırakabilirsiniz. Ama Tokyo gibi çok önemli bir merkezde yaklaşık bir senedir büyükelçi yok. Gündüz Aktan gibi çok değerli bir büyükelçiyi elinden kaçıran Dışişleri Bakanlığı, aylardır Tokyo'ya bir büyükelçi göndermedi. Ancak diplomatik ilişkileri askıya alınmış ülkelerde görülecek şekilde bu kadar uzun bir süre büyükelçilik makamı geçici maslahatgüzarlarla doldurulmaya çalışıldı.
Ehliyetsiz kişilerin denetimine bırakılan ikili ilişkiler büyük hasar gördü. Türkiye'ye ve Türkiye üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'ne akması planlanan Japon yatırımları hep hayal olarak kaldı.
Türkiye'den beklediği hareketliliği göremeyen Japonya, Orta Asya politikalarını yeniden değerlendirmeye başladı.
Özal döneminde yakalan ivme, zamanla sıfıra indi. Yatırımların hızı azaldı. Batılı şirketelere sağlanan yatırım avantajlarından yararlanamayan Japon yatırımcılar, yatırımlarını başka bölgelere kaydırdı. Turizm gelirleri gözle görülür bir şekilde azaldı.
Yapmayın beyler bayanlar, Avrupa'ya şirin gözükebilmek için bu büyük gücü kaybetmeyin. Uygulanan hatalı politikalar, görevlendirilen yeteneksiz yöneticiler yüzünden ağır hasar görmüş ilişkileri, Toyota'nın sahibi Shoichiro Toyada'ya verilen bir liyakat madalyası ile tekrar eski düzeyine getirebileceğinizi aklınızdan çıkartın.
Türkiye'deki en büyük Japon yatırımcısı olan Toyoto Grubu'nun Başkanı Toyoda'ya devlet nişanı verilmesi tabiki çok önemli ve gerekli. Ama tek başına yeterli değil. Önce Avrupa ülkelerine sağlanan kolaylıkları Japonya ve diğer Asya ülkelerine de tanıyın.
Boynuz kapatan
Kızlar kapatın bakayım boynuzunuzu kimse görmesin, örtün örtün evlendikten sonra açarsınız.
Aman canım sizde yine yanlış anladınız. Benim bahsettiğim boynuzla sizin aklınızdan geçirdiğiniz boynuz arasında dağlar kadar fark var. Sizin kabiniz fesat birkere ben ne yapayım.
Ben sadece Japon kültüründe var olan bir gerçekten söz etmek istemiştim siz nerelere çektiniz. Japon inanışlarına göre her kadının içinde şeytani duygular vardır. Bu yüzden kadınların şeytan gibi boynuzları bulunur. Ve tüm kadınlar evlenene kadar bu boynuzlarını evlenecekleri erkeklere göstermezler. Yani şeytanlıklarını evlenince yaparlar.
Japonya'da genç kızlar boynuzlarını kapatabilmek için gelinliklerinin üzerine kafalarına taç gibi beyaz bir örtü takarlar. Şinto inanışlarına göre bu beyaz taç kadınları boynuzlarını saklar.
Şimdi hemen kadın dernekleri bir araya gelip, beni protesto etmeye, bazı kadın yazarlarımız benim hakkımda eleştiri yazıları yazmaya kalkmasınlar. Elçiye zaval olmaz, ben kitapların yalancısıyım. Japon kültürü ile ilgili olarak okuduğum bir çok kitapta genç kızların düğün törenlerinde kafalarına taktığı bu taçları boynuzlarını kapatmak için taktıkları yazılı.
Hem, bu sadece benim gözlemim değil Japon kültürü hakkındaki tüm kitaplarda yazıyor. Kaynak bile belirtebilirim.
KEİKO
Keiko heyecanla arkadaşının yanına gelir ve ‘‘Çok korkuyorum, bugün bir tehdit mektubu aldım. Kadının biri eğer kocasıyla olan ilişkimi bitirmezsem beni öldüreceğini söylüyor, ne yapacağımı bilmiyorum’’ der.
Arkadaşı ‘‘Madem bu kadar korkuyorsun bir daha aramazsın olur biter’’ der.
Keiko ‘‘Arama demesi kolay ben hangisinin karısı olduğunu nereden bilebilirim ki’’ diye cevap verir.
28 Kasım 1998, Cumartesi Sıfır yer çekimi Parenleri mümkün kılar Sayısız defalar  
Astronot Murai yazdığı satırlara bir satır ekleyip, bunu edebi bir şaheser haline getirecek gönüllüler arıyor.  
Astronot Murai uzay yolculuğundan döner dönmez kendisini karşılayan Japonya Başbakanı Obuchi ile Bilim ve Teknoloji Bakan Yutaka Takeyama'ya yazdığı 3 satırı okumuş ve tamamlayabilmek için hükümet desteği istemiş, Başbakan da yememiş içmemiş, astronotun yazdığı şiiri 14'lük hece vezninde tamamlayacak gönüllüler arandığını televizyondan Japon halkına duyurdu.  
Görev aşkı ile yanıp tutuşan 40 bin Japon hemen şiiri tamamlayarak Bilim ve Teknoloji Bakanlığı'na göndermişler ama şimdiye kadar pek beğenilen olmamış ki Bilim ve Teknoloji bakanı gelecek hafta salı gününe kadar gelecek olan tüm şiirleri kabul edecekleri açıkladı.  
Hadi bakalım Namık Kemal'in torunları gösterin kendinizi, Astronot Şair Murai'nin, yazdığı bu eseri tamamlayan bir satır da siz ekleyin. Eğer yazdıklarınızı bana gönderirseniz ben de bu köşede onları yayınlayacağım.
 Sabancı Türkçesi ve tercüman  
Sabancı Grubu ile Japon Brigestone grubunun evliliğinin ürünü olan Brissa 10 yaşına bastı. Brissa'nın 10 yaşına basması nedeniyle, şirketin yönetim kurulu toplantısı Sabancı ve Brigestone grubunun üst düzey yöneticilerinin de katılımı ile Japonya'nın başkenti Tokyo'da yapıldı.  
Yönetim kurulu toplantısının ardından ise her iki grubun ortak evsahipliği yaptığı bir kokteyl verildi. Grup başkanları kokteyl öncesi bir konuşma yaptılar.  
Şimdi buraya kadar okuduklarınız sıradan bir haber metninin ilk satırları olabilir. Ama benim anlatmak istediğim bu değil. Asıl bundan sonra olanları anlatmak istiyorum.  
Bridgestone'un patronunun ardından kürsüye gelen Sakıp Sabancı, tam Adanalı Sakıp Ağa üslübu ile konuşmaya başladı. Yüreğinden gelen sese kulak veren konuşmalarına duygularını katan ve bunları el kol hareketleri ve mimiklerle destekleyen Sabancı'nın yaptığı konuşmanın ardından tüm gözler merakla Tercüman'a çevrildi.  
Konuk Japonlar Sabancı'nın konuşmasındaki coşkusundan çok etkilenmişler, yaşadığı duyguları hissetmişlerdi ama ne dediğini pek anlayamamışlardı.  
Sabancı'nın tercüme işini üstlenen Türkiye'nin Tokyo Büyükelçiliği Basın Müşavirliği'nde görevli Selim Gülenç, Sabancı'nın hiç bir yazılı metne dayanmadan, içine duygularını katarak yaptığı konuşmayı aynı tarzda Japonlara çevirebilecek miydi.  
Gülenç, bir an duraksadı, yutkundu ve tercümeye başladı. Aynen Sabancı'nın yaptığı gibi gerekli yerlerde sesini yükseltip alçaltarak, el kol hareketlerini taklit ederek, kısacası tercümeye Sabancı'nın duygularını katarak konuşmasını bitirdi.  
Şimdiye kadar bir çok alanda tercümesine tanık olduğum ve Japoncasına sonsuz güvendiğim Selim Gülenç'in tiyatral anlatımların bu kadar ağır bastığı bir konuşmayı da aynı tat ile tercüme etmesi karşısında inanın ben bile bir an duraladım.  
Gülenç'in tercümesinin ardından Japonlara baktım, inanın Sabancı'nın konuşmasından benim aldığım tadın bir benzerini yakalamışlar hayran hayran Sabancı'ya bakıyorlardı.  
Astronot şair  
Hemen başlamayın öyle ‘‘Astronotdan da şair mi olurmuş'' demeyin. Olur bal gibi de olur. Azmin elinden ne kurtulmuş ki şairlik kurtulacak. Bakın Japon Astronot Chiaki Mukai'ye, adam biraz daha gayret etse dünyaca ünlü bir şair olup çıkacak. Hele şu yazdığı üç satırı tamamlayıp, bir dörtlük haline getirebilsin, hemen ilk kitabı ‘‘Boşlukta atılan parende’’yi yayınlatacak.  
Japonların haklı gururu astronot Chiaki Murai Amerikan uzay mekiği Discovery ile yaptığı son uzay yolculuğu sırasında, boşlukta artistik yer hareketleri çalışması yaptığı bir anda yakaladığı ilham ile şiir yazmaya başlamış. Ama ne yapsın parende atmaktan başı dönüp de sportif hareketlerine son verince, ilham da şiirin tamamlanmasını beklemeden çekip gitmiş.  
İlham işte ne zaman gelip gideceği belli olmaz. Adamı böyle yarı yolda bırakıverir. Halbuki zavallı birkaç parende daha atıp da ilhamı oyalayabilseydi, belki de şimdi dünyaca ünlü bir astronot şair olacaktı.  
Peki ne olacak şimdi, ilham erken gitti diye astronotun yazdığı bu muhteşem üç satır boşa mı gidecek.
 KEİKO  
Keiko, banyodan yeni çıkmış kurulanırken, alt kattaki sokak kapısının kapandığını duyar ve kocasının geldiğini düşünerek seslenir ‘‘Hoşgeldin sevgilim. Yatak odasındayım’’  
Keiko'nun çağrısına hemen cevap gelir ‘‘Geliyorum bayan, ama şunu bilin ki ben herzamanki sütçünüz değilim. İşe bugün başladım, sonradan bir yanlışlık olmasın.’’
19 Aralık 1998, Cumartesi EŞYALARINIZ ÖZENLE PAKETLENİR
Bu ne canım ev topla, paket yap, aman onu kırma, bak bunu iyi paketle. Gazeteci miyim? Yoksa nakliye şirketinde paketleme elemanı mıyım anlamadım? Kaç gündür ev toplamaktan canım çıktı. İşi gücü bıraktım sabah akşam paket yapıyorum. Paket yapmak artık hayatımın bir parçası haline geldi. Artık paketleme bende alışkanlık yaptı. Esrar, eroin gibi birşey bu yapmayınca bir hoş oluyor insan. Bizim evin paketlemesini bitirdim ama içimde hala dayanılmaz bir paketleme isteği var. Bazen konu komşuya gidip paketlenecek bir şeyleri var mı diye sormamak için kendimi zor tutuyorum.
Bu paketleme işi sayesinde artık benim de bir altın bileziğim oldu. Hem de bilmem kaç bin ayar altın değerinde. Sakın bana bu ne biçim altın bilezik diye saçma sapan bir soru sormayın. Siz hiç Kemalettin Tuğcu'nun ağlatan kitaplar dizisini okumadınız mı kuzum? Hani cahil olduğunuzu yüzünüze vurmak istemezdim ama ne yapayım. Fakat bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Dikkatle dinleyin bir daha anlatmayacağım.
Eğer insan bir zenaat öğrenir ve bunu en iyi şekilde yapmaya gayret ederse, ahi ömründe aç açıkta kalmaz, sırtı kolay kolay yere gelmez. İşte bu öğrenilen zenaat insanın altın bileziği olur. Şimdiye kadar gazeteci olarak 212 sayılı basın kanununa göre vasıfsız fikir işçişi olarak çalıştığımdan uzun zamandır böyle bir altın bileziğin eksikliğini ve ezikliğini yaşıyordum. Ama artık geçti. Sonunda ben de bir zenaat öğrendim. Bundan sonra ben bir paketleme uzmanıyım. Öyle paketleme eğitimi falan almadım, benimkisi pratikten.
Hem ben bu konuda oldukça iddialıyım. Bu işi benden iyi yapabilecek olan varsa beri gelsin. Ama şimdi yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım. Paketleme konusundaki uzmanlığımda, sürekli alışveriş yaparak bana paketlenecek bir sürü şey getiren ve bunların paketlenmesi sırasında başımda dikilerek, paketlenenler içinde en küçük bir parçanın dahi kırılması durumunda uygulayacağı işkence metodlarını bir bir sıralayarak, yaptığım işi ciddiye almamı sağlayan eşime teşekkürü bir borç bilirim.
Artık bu işin profesyoneli oldum. Hazır elinizin altında benim gibi paketleme konusunda uzman bir yazar varken, siz de yararlanın tüm ev eşyalarınız gerekli gereksiz tüm aksesuvarlarınız itina ile paketlenir.
Komşu komşunun külüne muhtaçtır
Allah allah, ne var bunda bu kadar hayret edecek anlamıyorum. Ne olmuş yani bir aylığına bir arkadaşımızın evine misafir olduysak. Japonlar en yakın arkadaşlarını bile evlerinde misafir etmediklerinden bizim bu bir aylık ev misafirliklerimiz kendilerine biraz acayip geliyor. Bence aslında acayip olan kendileri, ama neyse şimdi giderayak kötü olmayalım diye birşey demek de istemiyorum.
Bir kere komşu komşunun külüne, arkadaş arkadaşın evine muhtaçtır. Hem de tam böyle evsiz barksız kaldığı zamanlarda. Şimdi bu evsiz barksız kalmak da nereden çıktı demeyin. Tokyo'da ev bulmak bir dert, bulunan evden çıkmak ayrı bir dert. Evi tutarken de boşaltırken de ev sahipleri tarafından öpülüyorsunuz. Ev sahipleri uzun uzun öpmeyi sevdikleri için de öyle hadi bana eyvallah demekle bu işten kurtulamıyorsunuz.
Bir kere evden ayrılmayı düşündüğünüz tarihten en az iki ay önce yazılı not vererek neden evi boşaltmak istediğinizi ev sahibine iletiyorsunuz. Eğer ev sahibi sizin evden taşınmak için ileri sürdüğünüz gerekçeleri kabul ederse, evi boşaltmanıza izin veriyor. Ama öyle ‘‘tamam boşaltabilirsin ’’ demekle de iş bitmiyor. Siz evi boşaltıktan sonra evi teslim almaya ev sahibi ile beraber 3 kişilik bir uzman ekip geliyor. Ellerinde büyüteçlerle evin idiğini didiğini inceleyen uzman ekip, evde meydana gelen tüm zararları tespit ediyor. Öyle zarar, hasar dediysek büyük boylu şeyler beklemeyin. Kullanımdan dolayı meydana gelen eskimelerde bile ücret ödemek zorundasınız. Örneğin ev halı kaplı ve siz halının üzerine eşya koydunuz ve zamanla eşyanın ağırlığından halı ezildi ve orada iz kaldı. Hiç yolu yok halı değişecek, parasını da siz vereceksiniz. Veya her Japon evinde olması gereken tatami denilen kokulu hasır yer döşemeler üzerinde bir kişi yürüse bile mutlaka yenilenmek zorunda, tabii bunun parası da sizden çıkacak.
Evi kiralarken 6 aylık kira bedelini depozit olarak evsahibine verdiğiniz için evden çıkarken öyle ‘‘Bana ne kardeşim ben bir şey ödemem’’ demek gibi bir lükse de sahip değilsiniz. Ev sahibi evdeki hasar tespit işlemlerini tamamladıktan sonra tüm bunların masraflarını elindeki depozit olarak verdiğiniz paradan kesiyor ve eğer kalan olursa size iade ediyor.
Tüm bu işlemler de yaklaşık bir ay aldığı için ükeden ayrılmadan bir ay önce evi boşaltıp, başka bir yere yerleşmeniz gerekmekte. Biz de aynen öyle yaptık evi bir ay önceden boşaltıp, ev sahibine teslim ettik. Sonra da yakın arkadaşımız Tokyo Tanıtma Müşaviri Öznur Hasbıyık'ın evine yerleştik. Tabii bu olay, bırakın bir aylığına, bir akşam yemeği için bile birbirlerinin evine gitmeyen Japonlara çok ilginç geldi.
Şimdi benim arkadaşımın evinde kaldığımı bilen ne kadar Japon arkadaşım varsa bu iyiliksever Türk kadını ile tanışmak için can atıyor. Çünkü Japonlara göre eğer bir kişi arkadaşlarını bir ay evinde ağırlarsa ya çok iyiliksever birisidir. Ya da deli.
KEİKO
Keiko randevusuna geç kalmıştı. Saatlerce bekleyen arkadaşı merakla sordu ‘‘Hayralo birşey mi oldu. Çok geciktin?’’ Keiko umursamaz bir tavırla ‘‘Özür dilerim ama yapabileceğim hiçbirşey yoktu. Buraya gelirken beni takip eden yakışıklı çocuk o kadar yavaş yürüyordu ki.’’
 16 Ocak 1999  Sayanora Tokyo...
Hayatım boyunca veda etmektan hep kaçındım. Birçok kez kimseye veda etmeden çekip gittiğim için arkadaşlarım tarafından eleştirildim. Ama ne yapayım huy işte, kimseye veda edemiyorum. Hiçbir yerden ayrılamıyorum. İnsan en kötü günlerinin geçtiği hapishaneden bile buruk ayrılırmış. Bense beş güzel yıl geçirdiğim Tokyo'dan ayrılıyorum. Doğal olarak hüzünlüyüm.
Sanki dün gibi 24 Temmuz 1994 günü sırtıma yüklenen çok ağır bir sorumlulukla Japonya'ya merhaba dedim. Genel Yayın Yönetmenim Ertuğrul Özkök, bana inanıp, güvenerek beni gazetenin Tokyo temsilcisi olarak görevlendirmişti. Dilini kültürünü bilmediğin, hiçbir haber kaynağına sahip olmadığın, senden önce sana yol gösterecek hiçbir Türk gazetecisinin bulunmadığı bir uzak diyara. Hürriyet, Türk basınında yine bir ilke imza atarak, Tokyo'da büro açmıştı. 5 yıl boyunca Tokyo'da ilk ve tek Türk gazeteci olmanın önce güçlüklerini sonra keyfini yaşadım.
Belki de dünyanın en ilginç insanları olan Japonları yakından tanımak, onlar üzerinde incelemeler yapmak imkanı buldum. Türkiye'de herkes Japon teknolojisi ve Japon Yen'i ile ilgilenirken ben Japonların insani yanlarıyla ilgilendim. Çok keyifli 5 yıl geçirdim.
Bu süre içinde Japonların günlük yaşantıları ile ilgili iki kitap yazma imkanına kavuştum. Ayrıca bu kadar yıllık gazetecilik döneminden sonra haberlerin arkasında kalan bilgi kırıntılarından yola çıkarak, Japonya'yı ve Japon toplumunu tanımlamaya çalışan Japonya'nın 21. yüzyılda dünyadaki yerini belirlemeyi amaçlayan bir araştırma yaptım. ‘‘Samuray, Sam Amca'nın tahtını istiyor’’ ismiyle bu ay sonunda Bilgi Yayınevi'nden piyasaya çıkacak olan kitapta, Japonların, Amerika'nın sahip olduğu gücü istediğini ve tüm sistemleriyle bunu elde etmeye uğraştıklarını anlatmaya çalıştım.
Türk insanına her yönüyle Japonya'yı tanıtmaya çalıştım. Bu arada Japonlara da Türkiye'yi tanıtmayı ihmal etmeden. Hürriyet, Tokyo'da satılmaya başladı. Japonlar tüm dünya gazeteleriyle birlikte Hürriyet'le tanıştılar. Türkiye'yi Hürriyet'ten açılan pencere ile tanıdılar.
Tokyo'da kaldığım süre içinde başta gazetem Hürriyet ve yöneticileri olmak üzere yüzlerce kişi bana destek oldu. Şimdi burada isim vermeye kalksam sayfalar dolusu yazı yazmam gerekecek, bu yüzden hiç kimse kusura bakmasın isim yazamayacağım. Ama bana yardım eden herkese minnettarım.
Her neyse işte, koskoca 5 sene geldi geçti, çok yakında tekrar kürkçü dükkanında olacağım. Bir sürü tatlı anı ile Tokyo'ya Sayanora demenin burukluğunu yaşıyorum.
Tokyo'dan ayrılıyorum ama sizlerden ayrılmaya hiç niyetim yok. Aynı yerde yine sizinle beraber olacağım. Bu sefer konumuz Türkiye olacak, artık Keiko yerine de Hatçe fıkraları yazarız.
Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın
Yok öyle kardeşim ayakkabıyla girilmez. Ayakkabılarınızı kapının önünde bırakın öyle girin. İşyerinde mutlaka ayakkabı ile dolaşılır diye bir kural da tanımıyorum. Çıkartın ayakkabılarınızı, giyin rahat terliklerinizi gün boyu ferah ferah çalışın. Bakın Japonlara, sabah sabah işyerine geldiler mi hemen ayakkabılarını çıkartıp iş terliklerini giyiyorlar. Sonra da gün boyu terlikleriyle dolaşıyorlar.
Bu terlik saplantısı aslında Japonlar'da çok eskilere dayanıyor. 1923 büyük Tokyo depremine kadar, bırakın işyerlerine mağazalara bile ayakkabı ile girilemiyormuş. Mağazalar ayakkabılı müşteri kabul etmiyormuş. Ne kadar hatırlı müşteri olurlarsa olsunlar ya girişte ayakkabılarını çıkartıp terlik giyiyorlar ve öyle dolaşıyorlarmış, ya da mağaza girişinde küçük bir alanda sergilen mallardan istediklerini tezgahtarlara söyleyip onların getirmesini bekliyorlarmış. Öyle çamurlu pis ayakkabılarla içeri dalıp orayı burayı kirletmek yok.
İşyerinde terlikle dolaşmak aslında hiç de fena bir fikir değil. Gerçi biz alışmamışız ama olsun biraz zorlarsak pekala yapabiliriz. Çocukluğumuzdan beri bize öğretmişler yok efendim işyerinde ayakkabı ile dolaşılır, ancak evde terlik giyilir. Tokyo'da işyerim evimin içinde bir oda olmasına rağmen çocukluğumuzdan beri bize öğretilenler öyle içimize işlemiş ki büro olarak kullandığımız odaya girerken bile terliklerimi çıkartıp ayakkabı giyerek giriyorum.
Giy terliğini çalış işte ne olacak. Ama yok alışmışız bir kere işyerinin bir ciddiyeti vardır, terlikle dolaşılmaz. Ama mutlaka yapacağım İstanbul'a döndüğümde ben de gazetede artık terlikle dolaşacağım.
Bizim Medya Towers içinde terlikle dolaşşam ne derler, merak ediyorum.
Keiko
Keiko çalıntı bir otomobille yakalanır ve karakola götürülür. Komiser sert bir şekilde Keiko'ya sorar:
‘‘Kızım efendi birine benziyorsun. Söyle bakayım niçin çaldın bu arabayı?’’
Keiko biraz mahçup ‘‘Vallahi çalmadım komiser bey. Araba mezarlığının kenarında duruyordu. Baktım içinde de kimse yok. Sahibi ölmüş zannettim.’’

Son Güncelleme: Salı, 07 Mart 2006 05:38